İzmir'deki babaanne evinde salonun ortasına büyükçe bir masa
taşıdım. Perdeleri çektim; telefonu kapadım. Babaannemden rica ettim; hava
kararıncaya dek; yani kabaca 6-7 saat salonu bana bıraktı. Sokağa çıkma yasağı
var; eve kimse gelip gitmez. Yani neredeyse her şey, laptobun çıkardığı biraz
yüksek fan sesi hariç; olabileceği kadar iyi.
Çok çok uzun zamandır yazmak istiyorum. Her şeyi döküp
düşüncelerimden temizlenmek için. İstanbul'da birkaç kez Pera'da bir otelde
kaldım. Yazmak için kaldım ama pek istediğim gibi verimli olmadı. Geçtiğimiz
hafta İzmir'e geldim. Yalnız kalabilmeye; artık yalnızlıkla problemi olan biri
olmama rağmen çok ihtiyacım var.
Bu yazı öncekilerden biraz farklı ve olası ki çok uzun
olacak. Okuyucuyu hiç hesaba katmadan; çok detay ve kişisel şeyler onun
ilgisini çeker mi çekmez mi diye düşünmeden; filtresiz ve akış halinde bir yazı
planlıyorum; ya da daha doğrusu yazmayı umuyorum.
Çok fazla konu var. Bağlantılarını yazarken akışın kendisi
ayarlayacak; kıssadan hisse ortalamaya nazaran daha dağınık bir şeyler ortaya
çıkacak. Saat şu an öğlen 1, en geç 7.30'da bu yazıyı sonlandıracağım.
Yine de yazma işinin kendisine dair şu notları düşmem
gerekiyor. Burada yazacağım ne olursa olsun en güçlü biçimde içimden geçenleri
anlatması imkansız. Çünkü ben, günbatımlarındaki halimin, yani buradan çıkıp
Karantina sahilden Göztepe Köprüsü'ne yürürkenki halimin şimdiden ne kadar
farklı ve güçlü olduğunu çok iyi biliyorum ancak o süreci zamansal açıdan bir
yazıya dökmek olanaksız. İçimin en yazıya elverişli olduğu o kısa saatin
sonrasında net biçimde aklımın daha az çalıştığı ve düşüncelerimin karardığı
akşam saatleri başlıyor. Ve tam da bu nedenle, o versiyonum hep yazılmamış
kalıyor; kalacak.
****
Hatay Caddesi'nin şimdi nasıl tarif edeceğimi bilemediğim
bir sapağından aşağı indiğinizde yolun sonunda İTK sağ çaprazdan size bakıyor
olur. İşte o manzara benim çocukluğumun en net tablolarından biri. Bizim servis
oradaki köşede dururdu. Önce o günlerde hoşlandığım (aslında sürü biçiminde
sınıfça hoşlandığımız) kızla servisine kadar yürür; sonra tam terste kalan
yerdeki kendi servisime dönerdim. Bizim servis o kalabalıktaki son kalkan
servislerden olurdu; o nedenle biz de arkadaşlarla merdivenlerde o manzaraya
bakarak oturur; o günlerde çok önemsediğimiz hayallerimizden konuşurduk. Tabi o
zamanlar okulun manzaranı kocaman bir katlı otopark kapatmıyor olurdu; önümüz
bomboş bir arsaya bakardı.
O günlerden sonra İzmir'e yirmi kez geldiysem, yalnız ya da
başkasıyla fark etmez, her seferinde o yoldan aşağıya bir kez yürümüşümdür. Ben
o yolu neden her seferinde yürüdüğümde iyi hissettiğimi bugün baktığımda çok
iyi anlıyor olsam da; olası ki yanımda yürüyen insanlar bu ritüelin bendeki tam
karşılığını tam ölçüsünce anlamakta güçlük çekmiştir. Ancak zaten, herkesi herkesi
sadece bir yere kadar anlayabilir.
****
Arkaya yaslanıp bakıldığında yaşamı doya doya yaşamak
konusunda pek iyi olmadığımı söylemek zor olmaz. Ancak son 1.5 yıllık süreç benim
normalimin de ötesinde bir dip halini anlatır. Düşüşleri bilirdim de bir sonraki
pazartesi ya da bir sonraki ay tekrar yükselemeyeceğimi bu son süreçte bu boyutta
ilk kez düşündüm.
Son 1.5 yıllık parça, yazmayı aslında en sevmediğim kısım.
İlk kez tam analizini yapamadığım, hem olası cevapların hem de bilinmezliklerin
beni bir ipte yürüyormuşum düşüncesine hapsettiği; mahkemesini kuramadığım;
ipleri elimde tutamadığım bir dönem.
Bu dönemin endişelerinin ve ümitsizliğinin ciddiyetini
hesaplamaya çalışırken kendimi zihnimde pek çok geçmiş yollarda dolaştırdım.
Kendime; eski hatalarımı, pişmanlıklarımı, başkalarına kıyasla düştüğümde
kendime hep daha fazla zarar verme eğiliminde olduğumu gösterdim.
İnsanlarının çoğuna göre kusura daha tahammülsüz olduğum ve
olayları 1'ken 2 ya da 3 gibi kabul edip o ölçüde üzüldüğüm doğrudur. Ancak
bunun çok daha değişebileceğine pek ikna olmadım. İnsanların önemli bir kısmı;
sadece kusurlarda değil diğer pek çok şeyde detayların etkisinin farkında
olmuyorlar. Bir şeyi maksimum keyifle yaşamayı da bilmiyorlar/kovalamıyorlar;
yoksunlukların onlardan götürdüklerinin de farkında değiller. Bu yazdığımın bir
eleştiri ile pek alakası yok; çünkü ben kendimi çeşitli nedenlerle içinde
bulduğum farkındalıkların, bana zararlarının yararlarının çok ötesinde olduğunu
söylebilirim; özellikle de yeni karşılaştığım gücümün belki de yetmeyeceği
durumlarda.
Buradan biraz bilgi-romantizm ilişkisine geçelim; ilerde
buraya tekrar döneriz.
****
Bir seferinde o günkü kız arkadaşım bana "millet seni
dışardan yazı vs yazıyorsun diye romantik falan sanıyor; bir de bizim ne ile
uğraştığımızı bir bilseler" benzeri bir şey söylemişti.
Oysa o, aslında sonrakilere kıyasla romantizm açısından daha
şanslı bir dönemime denk gelmişti. Onunlayken henüz sadece ilişkilere değil
insan tabiatına dair anti-romantik diye nitelendirebileceğim düşüncelerim henüz
sonraki keskinliklerine ulaşmamışlardı. O günlerde daha çok
kabullerim/düşüncelerim ile tabiatım arasındaki uyumsuzluktan dolayı şaşırıyor;
şaşırdıkça düşünüyor ve insanın olmak istediği roman karakterlerinden ne kadar
uzak olduğunu görmeye başlıyordum. Bir ara dönemdi. Ve o ara dönemde ben ilk
kez ikilemler yaşayıp kararlar alacak ve ilk kez büyük çuvallayacaktım.
Gençliğin belki de en güzel yokuşunu çıkıp; zirvede birkaç
kez çoşkuyla turladıktan sonra paldır küldür aşağı yuvarlanma hikayesidir
sonradan olanlar. Bendeki etkisi ise çok sert olmuştur. Çünkü doğru olduğu
söylenenle, beni mutlu edenin her zaman aynı şey olmayabileceği düşüncesine ilk
kez o zaman rastladım.
Analojisini hayli ilkel biçimde yapacak olursak zirvedeyken
ailemin sesini duyup aşağı baktım. O kadar yukarıya çıkmış olmamın hem benim
için hem başkaları için çok tehlikeli olduğunu, düşünmeden sorumsuzca hareket
ettiğimi ve en çok değer verdiklerimi riske attığımı söylediler. Onlar
haklıydılar; zirveye çıkarken pek de düşünmemiştim; ben ise yaşımın da getirisiyle
zayıftım ve cahildim; düşünmeden ve kendini dinleyerek tutkuyla yaşadığın
anların tüm endişelerden daha büyük olması gerektiğini henüz ne onlara ne de kendime
söyleyecek bilinç ve cesarette değildim.
Bugün dönüp baktığımda hala o yokuşun dibinde o çocuğu
görüyor ve içimde birkaç tel üzülüyorum. İnsan o yaşlarını hiçbir şekilde dönüp
tamamlayamıyor.
Benim kendi içimde birden fazla insan oluşturmam ve içimin
artık çok sesli bir meclis gibi bir yapıya dönüşmesi bu hikayeyle başlar.
Yarattığı tüm iç sorgulamaları şimdilik, biri hariç, bir
kenara koyuyorum. O biri de şu; ben herkesten daha çok bir şeyin üzerine
titredim; iyi ve doğru olmak için hatta kendimi karşıma aldım; ve elimde kalan
sadece daha büyük bir eksiklik ve pişmanlık duygusu oldu. Hayatın adaletine ve
neyin değerli olduğuna dair tüm bildiklerim ilk kez bir türlü yerine oturmadı.
Sonraki dönemi de aklımdaki o "nasıl olmalı" kitabını bu kez kendi
elimle tekrar yazmaya çalışmamın yansıması yıllar oluşturdu.
****
O yıllara dek romanlardaki geriye dönüş ve kalıcılık
konseptlerini fazlasıyla değerli ve şık buluyordum. Ancak kendi hayatımda
benzer bir hikaye ihtimaliyle karşılaştığımda bu hiç de hoşuma gitmedi.
Hayaletlerle yaşamak için insan doğası fazla dinamik ve aslında kabul etmek
istemesem de.. basitti. Geleceğin özgür olması insanı taze kılarken, geçmişin
kırılganlığı sadece korkutuyordu.
Yaşamakla eksilmek arasındaki bağlantıya da ilk kez o
yıllarda kafa yormaya başladım. Zamanın ileri bir noktasında bir sokağa
döndüğünde orada geçmişini bulamayacağını; ben dahil tüm insanların değiştiğini
ve yaşanmış/yaşanmamış hiçbir anın tekrarlanamayacağını/tamamlanamayacağını
biraz da üzüntüyle anladım.
Eksilmek. Bu kelime sonraki insan ilişkilerime dair anahtar
kelimelerden birini oluşturdu. Kendime uymayan biçimde hep bir yönden parçalı
birine evrilmiştim. Aklımın tek bir evi yoktu. Anın içinde dahi kendimle yalnız
kalamıyor; sürekli "ruhen tek" olduğum sokaklardaki halimi
hatırlıyor; aradaki yalnız kalıp yaşamı ve zamanı gözlemlediğim süreden yadigar
farkındalıklarımın baltalamaları eşliğinde "anın inancına" karışmaya
çalışıyordum. Ama bir türlü; o eski, daha tek ve saf halim olamıyordum.
Hayatı romanlardan ve inançlardan çıkarıp sanki bir matematik
işlemiymiş gibi masaya alıp koyduğunuzda oyunun tadı hayli kaçıyor.
Yanılmıyorsunuz ama yaşarken keyif de almıyorsunuz. Zaman içinde pulları
dökülüp yalnızlığımdan bana kalan insan ilişkilerine ve duygularına sahne
arkasını gördüğün bir piyesi izler gibi bakmaktı.
Neyse.. burada fazla gevezeliğe başladım. Oysa o kadar
zamanım yok.
****
Sonrası.
Sonrasına dair çok dal var; ancak ben daha çok
"gelecek" düşüncesine dair yazmayı seçiyorum.
Anın içinde "tam" olamayacağım düşüncesiyle
yaşamak imkansız bir şeydi. Ben de tamamen özgür olacağım bir gelecek
düşüncesini alıp hayatımın baş köşesine koydum. Aslında bu hayal benim en eski
hayalimdi. Çocuk romanlarından beri hep denize açılıp uzağa gitmeyi, maceralar
yaşamayı ve sahipleneceğim bir hikaye sahibi olmayı arzu etmiştim.
O kadar eski bir hayaldi ki bu; en çocuk yani en güçlü
halimden besleniyordu; eksilmeme kusursuz bir cevaptı. Sonradan uzun süre
birlikte olduğum kız arkadaşıma da yurtdışına giderken neden ayrılmamız
gerektiğini düşündüğümü anlatırken o hayalden bahsediyordum. Kişilerden
bağımsız; benim geçmişe bir daha dönüp bakmayacağım bir gitme hayaliydi ve
bileti tek kişilikti. Sonradan istediğim geleceği kuramadığımda dahi; o ayrılığa
dönüp hiçbir zaman pişmanlıkvari bir hüzünle bakmadım; çünkü öncekinin aksine o
yol ayrımında kendi hayalime sahip çıkmıştım; ve başka bir insanın hayalinden
devam etmeyi seçseydim hiçbir şartta mutlu olamayacağımı biliyordum. Yani en
azından bu kez hatayı en başta yapmamıştım. Kendi seçtiğim oyunumda kaybetmiştim.
Bu konunun devamına dair blogda ve Finlandiya kitabında
binlerce satır zaten yazdım. O nedenle bu yazıda pas geçiyorum.
****
Bu noktada araya bir tane, daha önce blogda dahi hiçbir
zaman anlatmadığım bir konuyu almak istedim. Yakın zamanda başka birkaç
insandan da benzer süreçler dinledim ve hayattaki çoğu şey gibi dışarıdan
oldukça yanlış yorumlanabilen bir durum olduğu için; ve blogun işi biraz da bu
tarz konuları yazmak olduğu için… neyse; mevzubahis konu duygu bozukluğuna
bağlı yemeğe vurma hali.
Master sürecindeki iç kayıplarımın yasını kabaca 35 kilo
alarak tutmuş; toparlama dönemini ise ancak İzmir’de kendime dış dünyaya
kapalı; yalnız, sadece yürüyüş ve kitap yazmaktan oluşan bir dönem icat ederek
yönetebilmiştim. Rahatça itiraf edebilirim; son beş-on yılda hayata dair en
büyük yanılgımı o toparlayıştan sonra bir daha böyle bir “dağıtma” dönemini
imkansız görerek yaşamış oldum.
Göz mevzusuna dek kendi içimde çözmem gereken en büyük
konulardan biri master konusu olmuştu ve o konuyu kendi içimde mutabakata bağlayıp
tekrar sağlıklı halime üstelik herhangi bir fiziksel deformasyon yaşamadan döndüğümde
kendimi neredeyse yenilmez hissetmiştim. Yalnızlığımda mutluydum; yani hayatım
kötü gitse dahi, ki zaten gitmişti/gidiyordu; ben elimdeki kartlarla ve o kartlarla
oynayabileceğim gelecek düşüncesiyle kendimce anlaşmıştım.
Yalnızlıktaki huzurlu halimin tehdit edilebileceği, doğamla
aramın bozulabilecek başka bir şey olabileceğini gerçekten öngöremedim.
Öncekinden çok daha büyük düştüm; ve bu kez 45’e kadar çıktı hasar. Üstelik
geri inişi başlatmış olsam da ne istikrarım ne inancım önceki gibi tam değil;
bu kez çok daha fırtınalı bir yolda ilerliyoruz.
Şimdi daha genele gelelim… insan kendine bunu neden yapar?
Başkaları adına konuşamam ama bendeki versiyonunun yüzde bir
dahi açlık vb normal yemek ihtiyacı oluşturan şeylerle alakası olmadığını
söyleyebilirim. Metabolik de bir durum yok; diyet falan da değil normal insan
gibi yaşadığım herhangi bir gün tartıda -1 yazıyor. Yani durum tamamen akıldaki
problemlerle alakalı. Ancak akıldaki problemler herhangi başka bir problem
kadar zor çünkü zaten kolay olsa bu çukura; üstelik ikinci kez düşmezdim.
Konunun bir başlığında şartlanmalar/alışkanlıklar var. Şöyle
ki çok yakın bir zamanda bir tanıdık benden bir yardım istemişti. Yardım etmeye
çalışırken yeterliliğime dair biraz strese kapıldım ve aklımdan tek bir şey
geçti; yemek yemeliyim. Tek bir lokma yiyemeyecek kadar tok olduğum ve bu
durumu artık bildiğim için yemek yemeye çıkmadım ama o dürtünün bu kadar saf
kendini göstermesine de tekrar şaşırdığımı hatırlıyorum.
Zaten tok olan bir insanın, düşünmekten uykusu gelmediği
için gece 2’de McDonalds’a gidip yiyebileceği maksimum siparişi vermesinin
arkasında yatan şey ne? Topu topu 15 dakikalık bir haz için insan kendisine
zarar vermeyi neden seçer?
Sanırım öncelikli cevap “başka bir yol bulamadığı için”. Bir
sarmalın içinden çıkamıyorsunuz; çevreden gelen ya da kendi bulduğunuz
tavsiyeler/cevapların hiçbirinin o takıldığınız/üzüldüğünüz konuya dair tam bir
çözüm olmayacağının farkındasınız. Korkunç bir salınım ve çaresizlik hali. Oysa
bir hamle yapmanız gerekiyor. Artık çözümsüzlüğe ve umutsuzluğa tahammül etmek
istemiyorsunuz. Ve sonraki o günkü o büyük değişimi başlatmadan önce kendinizi
son bir kez yere çakmak istiyorsunuz. O büyük günden önceki grand finale
kafasının etrafta gördüğünüz çoğu obez insanın zihninde sık sık yaşandığını
düşünüyorum. Bu yere çarpmanın büyük olması gerektiğini düşüncesine bakarak
kişinin kafasında konuyu ne kadar büyüterek yaşadığını da anlayabilirsiniz.
Cevabın bir diğer dalı; yemek konseptini nispeten uyuşturucu
olarak görmekle alakalı. Anın boşluğu ve sorunun çözülmemiş biçimde havada
asılı olarak kalmasını gündemden düşürmek için kişi kendisine, bir geri dönüş
de sunan yeni bir kısa gündem ediniyor. Bu oldukça trajikomik bir durum. Ben o
günkü onuncu öğün olacak olan sabah 3 öğününe ulaşamadığımda ee bu gece nasıl
geçecek; kafayı yiyeceğim diye endişelendiğimi hatırlıyorum. Özetle sorunu
uyuşturucaya kısa süreli boğdurma dalıydı bu.
Bir başka dal, hayatın adaletsizliğine ve sende açtığı
boşluğa cevaben kendince oraya bir haz cevabı koymak denebilir. Sanki şey
diyorsun; buna karışamazsın hayat. Senden şunu şunu şimdilik geri almanın
yolunu bulamıyorum ama sen de benim şu anki aktiviteme karar veremezsin;
bulabildiğim en kolay hazzı yaşayarak bu anı geçiriyorum. Burada dipnot olarak;
hayatla insanmış gibi iletişim kurmanın, ego yarıştırmanın gerzekliğinin ben de
farkındayım ancak insanın hayatını o kontrol etmiyormuş gibi hissettiğindeki o
ilkel ve kontrolsüz isyan dürtüsünün gücünü hatırlıyorum.
Aslında yukarıdaki paragrafa da eklenebilecek olan bir başka
dal ise; hayatta arzu edip de gerçekleştiremediğimiz tüm mükemmelliği yemekte
en azından teoride yaşayabilmemiz. Yani ip sende ve masada neler olması
gerektiğini düşünüyorsan tam olarak da onları sipariş verebilirsin. Reel
hayatta ise bu tarz tanrı modu açıp, risklerden arınmış biçimde aklındakini
yaşayabilmen çok nadir gerçekleşiyor.
Son olarak ise; bu aslında en kötüsü… abartılı yemeyi
bırakıp sağlıklı biri olduğun senaryolarda dahi mutluluk göremiyor olman. Yani süper fit olsam dahi ne yazar, şu şu
problem çözülmediği sürece düşüncesi…
Bu yukarıda yazdıklarımın genelde birden fazlası eşzamanlı
olarak insanı vuruyor. Bendeki iki ana süreçte farklı dallar ön plana çıktı.
Ancak dediğim gibi bunlar kişiye göre, hatta duruma göre değişiyor ve en
azından benim gözlemim ciddi durumlarda neredeyse her zaman olay psikolojik
oluyor. Zaten yukarıda yazdığım şeyler metabolik durumlar nedenli 5-10 kilo fazlayla
yaşayan insanlara dair değil.
****
Yukarılarda bir yerde eksilmek demiştim. Tabi orada kastım
daha başka anlamlar ağırlıklıydı ancak fiziken kötülediğinizde aynadaki
yansımanız da o duyguyu somut biçimde yüzünüze vuruyor.
Sen artık “prime” zamanında değilsin diyor. Herkes yaşlanır
ama sen daha çok eksilerden ekledin kendine ve dünyanın en iyi fırsatları da
eline geçse sen artık bu hayatı sen faktöründen dolayı arzuladığın kadar iyi
puan toplayarak yaşamaya uzaksın.
Çok daha iyi versiyonların vardı senin. Daha cahildin ancak
bu seni bazen daha güçlü bile yapıyordu. Bir anı tam değerlendirmeye, tam
yaşamaya daha uygundu zihnin; daha az kalabalıktı.
Şimdi ise eksildin. Üstelik hepsini toparlayamayabilirsin.
Kendini değiştirirsin ve hedeflerini küçültürsün ala; ancak bu hakikati
değiştirmez.
****
Yukarıdaki kısmı biraz geçiş basamağı olarak yazdım. 1.5 yıl
önce göz çizdirme mevzusu ve sonrasında benim kendimi salıp her açıdan hayatı
bırakmamın ucundan özeti.
Hayatta mutlu olmadığım; eğer tercih bende olsaydı fişi
çekip bu simulasyondan çıkardım dediğim dönemler sıkça oldu. Yaşadıklarım
kafidir diyerek; ve filmin bundan sonraki kısımlarını daha az beğeneceğimi
düşünerek; minimal bir dramayla gitmeyi istedim mi; pek çok kez. Ancak bunu son
sürece kadar hiç ciddiye almadım. Çünkü hayat için elinden geleni yapan başta
ailem sevdiklerimin olayı çok daha ağır alacağını ve onlara hayat boyu üzüntü
oluşturacağını farkındaydım. Yani hakkım yoktu diyelim. Üstelik son
toparlayıştan sonra anlamsız da geliyordu. Yemek yemeyi, güzel kadınları, güzel
sokaklarda dolaşmayı, sinemayı, kitapları, anılardan bahsetmeyi, insanlarla
oyunlar oynamayı, muhabbet etmeyi seviyordum. Yani anlam açısından biraz
eksiktim de görsel/tensel/tadsal açıdan kanallarım vardı ve tüm tabloya baktığımda
e bunlar için yaşanır diyordum. Üstelik hayalgücüm de yerindeydi ve özgürdü.
Hiçkimseye bağlı değildim; geçmişle defterlerim büyük ölçüde kapanmış;
hayattaki herkesin uğraştığı konuları da biraz yoluna koyduktan sonra her türlü
geleceğe açıktım; belki de daha önemlisi hepsinin hayali de benim zihnimde
mümkündü; yani benim algıma göre hepsine belli oranda sahiptim.
Beyoğlu sinemasında aynada kendime baktığımı hatırlıyorum.
Bir yaz günüydü. Daha operasyondan falan önce. Hayatımda yazdığım ve üç beş arkadaş
dışında kimseye okutmadığım bir amatör kurgulu kitap dışında bir şey yoktu.
Yalnızdım, sorularım da vardı. Ancak aynı zamanda özgürdüm; kendimle ve hayatta
yaşamış olduklarımla barışmıştım. O gün tüm caddebostanı boydan boya yürümüş;
sonra sahilden istiklale geçmiş ve ilkini sevdiğim bir fransız filminin
devamını çekildiğini görünce bilet almıştım. Hayatın tam ortasında duruyordum
ve kendimi iyi hissediyordum. Biraz sonra gireceğim filmin diğer her film gibi
beni normal insana göre fazlaca etkileyeceğini ve düşüncelerimde bırakacağı
yeni tadın o akşamımı yaşamaya değer kılacağını biliyordum. Çünkü kendimi
ezberlemiştim. Nelerden tad alıp, nelerle hayatı doldurup neleri idare etmem
gerektiğini adım kadar emin biliyordum.
O gün sinemaya giderken sanırım en son yurtdışında 4 yıl önce
gördüğüm eski kız arkadaşımı gördüm. Benim patlayan ve üzerine bir kitap
yazarak anca yasını kapattığım hayalimi yaşıyor; yurtdışında tanıştığı yeni
sevgilisine İstiklal’i gezdiriyordu. Onlar beni görmeden yolumu değiştirip ara
sokağa sapmıştım. Neden? Bilmiyorum. Her şey çok içiçeydi. Yurtdışında hatalı
masterı seçerken ve sonraki süreçte etrafımdaki faktörlerden biriydi; benim
hayalimi gerçekleştiriyordu (üstelik sanki zamanında birlikte yürünülen sokakta
başkasıyla flört etmesi tuhaf ve anlamsız bir tür vefasızlık hissi yaratmıştı
bende); ve kağıt üzerinde benim çok da süper bir hayatım yoktu.
Ancak işte sonradan filmi izlerken konuyu tartıp; sinemanın
aynasında kendime baktığımda şunu düşünmüştüm; hayatımdaki kağıt üzerindeki tüm
olumsuzluklara rağmen ben iyiyim. Kendimi beğeniyorum; hayattaki bir çok şeyi
güzel buluyorum ve o nedenle geleceğe dair umutluyum. Öyleyse kaçınmak
saçmaydı. Eski bir arkadaştan bir fazlası biçimde basit bir konuşmayla artık bu
4 yıllık tabu yıkılmalı ve geçmiş daha da fazla nefes almalıydı. Neyse, gittim
bunları o gün onlarla gezen bir ortak arkadaşımızdan aldığım bilgileri de biraz
izinsiz kullanarak aradım buldum. Sandığım gibi basit bir konuşma olmadı;
herkes tedirgin kaldı. Benim ise son hatırladığım ortamın hiç öngöremediğim
tuhaflığını biraz normalleştirmek için onlara gidip yan kafede teoman
dinlemelerini tavsiye etmem oldu. Bunu anlatırken hala gülüyorum; ex falan da
olsa insanın yıllarca çıktığı kız arkadaşı ve yeni boyfriendine gidin şurası
daha romantik diye mekan tavsiye etmesi nasıl bir olaydır. Neyse bu olaydan
kazandığım gavat badgeimi kaydadeğer hatıralarım arasına koydum. Yeri gelince
hala gülümsetiyor. Sonra gidip kız bir de o çocukla evlendi bu arada; sanırım
Teoman tavsiyem iş görmüş.
Neyse konuya dönüyorum. Tüm bu olayı neden anlattım? Çünkü
bildiğim normalle aramdaki mutabakatın sınandığı ve barışın sağlam olduğunu
görüp mutlu olduğum olaylardan bir örnekti.
****
Göz operasyonu ile kırılan işte bu mutabakat oldu. Hayattaki
şöföre yani kendime dair bilgim kaykıldı; üstelik varsayımlarının neredeyse
tamamen negatif yönde olduğu gerçeği var.
Hep aynı noktalarda takılıyorum. Bana:
Tüm şeklini şemalini tekrar düzelttin. Başarılar maddiyatlar
her şeyi yoluna koydun. Dünyanın en beğendiğin, sevdiğin.. neyse artık
kadınıyla sınırsız süre için dünya turuna çıkabilirsin deseler ben eskisi kadar
mutlu ya da tatmin olmayı başarabilir miyim? Yoksa her senaryoda karşıma yine o
şu da olmasaydı çok daha güzel olabilirdi bu an, bu manzara vb takıntısı mı
çıkacak?
Hayal kurmakta sıkıntı yaşıyorum; aslında özet bu. Aklımda çizdiğim en güzel senaryolarda dahi eskiden mümkün olan potansiyel tatminimin altında kalacağımdan endişeliyim.
O aynada kendime bakarkenki gibi geçmişi geride bırakıp
düşünemiyorum; çünkü geçmişten kalma hasar benimle geliyor.
İşte tam da o nedenle insanlar ne derse desin, bu konuyu yok
sayıp hayatıma devam edeceğim diye yanıtlamıyorum onları. Görselin benim için
önemli ve belirleyici olduğunu ve hayatta bu konuya dair bir hamlem olacaksa
onu yapmam gerektiğinin; bunun kendi gerçeğimi yok saymamam için önemli olduğunun
bilincindeyim. Sadece canımı yakıyor diye bu konuya eğilmekten kendimi
alıkoyarsam bu benim algımda layıkıyla yaşamı seçmek olmuyor.
Astigmat,astigmat aksleri/göz asitmerisi ve gece görüşünde
ışıklarda yıldız hali.
Gece konusunu göze karanlıktan önce damlatılıp
gözbebeklerinin büyümesini engelleyen bir damla ile belli ölçüde yanıtlama
imkanım olabilir; bunun uygulamalarına dair okudum.
Günün genelini etkileyen kısım aks ve focus kısmı.
Gözlük taktığımda hafif bir çekme hissinden dolayı sağ taraftaki 30 derece
civarında olan astigmata dair sorularım hala var. Çünkü orjinali topografide
hala görüldüğü üzere 10 derece idi. Yani olası bir lens kullanımıyla olayı daha
iyiye götürebilir miyim; veya göz yüzeyi optan sonra bunu kabul eder mi vs
sorulara rağmen o da gelecekte beni bekleyen bir hamle.
Asimetri dediğim ise şöyle bir saçma durumdan ötürü
mevzubahis. Ne zaman önceki günlerde içki de içeren yüklü bir gıda tüketim yapsam;
gözle ilgili temel sıkıntılarımdan birinin çözüldüğünü düşünen bir sabaha
uyanıyorum. Normalde biraz daha yuvasına batık gibi görünen sağ gözüm sol göz
kadar öne gelmiş oluyor ve hem tek hem çiftli baktığımda açısal şikayetim bence ortadan kalkıyor. Ancak o günlerde genelde tansiyonu ölçsem yüksek çıkıyor ve
beni daha iyiye mi daha kötüye mi yoracağımı bilmediğim bir durumla bırakıyor.
Sağ gözdeki op sonrası arttığını düşündüğüm kapak düşüklüğü de teorileri çeşitlendiriyor. Operasyona yüksek tansiyon /şiş gözlerle girip ölçümleri mi etkiledim diye bile sorguladım ancak bulduğum kaynaklarda hipertansiyonun böyle bir ölçüm riski oluşturduğundan bahsetmiyor. Tansiyon, vücudun su tutması, kapağı tutan kasla ilgili durumlar. Bunların hepsi odanın bir köşesinden başını bana çevirmiş sırıtıyorlar. Ve bu konu da ümidi yaşayan ancak kötü açıklamalara da açık bir halde köşesinde gelecekteki hamleleri bekliyor
Peki neden bu hamleler bekliyor? Çünkü iyi bir savaş başlatmadan önce kendimi daha
güçlü ve istikrarlı hissetmem gerekiyor. Hayatım daha çok odaklı olursa daha az kırılgan olabilirim ve o zaman biraz da bilgisayar gibi soru sorup
aldığım cevaplara göre diğer hamleye geçebilirim. Ancak tüm bunlar için dediğim
gibi alabileceğim negatif cevapların beni daha az kırma gücü olacağına inanmam
gerekli.
Fikrimi sorarsınız konuyu biraz daha iyiye taşımak için
ihtimal görüyorum ancak tamamen çözümün de mümkün olmayacağı görüşüne yakınım.
****
Yemek, duş tamam; yeşil çay hazır. At son düzlük (2.5
saatlik) için hazır.
Bu yazıyı yazmaya başlarken aklımdan geçen konulardan çok
azından bahsedebileceğimi şu saat itibariyle artık kabullenmiş durumdayım. Bu
kadar gelişigüzel yazdığım pek olmamıştı daha önce.
Ancak içimdeki temel ikilemin farkındayım. Yazmam gereken
konuyu uzatmak istemiyorum; yani göz mevzusunu. Çünkü çok sıkıcı; üstelik en
ince detayına kadar 20 sayfa kafamdaki soru cevapları yazsam sizin ya da benim
elime ne geçer? Yine de sadece diğer konuları yazsam asıl gündemimden hiç
bahsetmemek saçma bir hal oluşturuyor. İşte o nedenle her şey biraz ortada, biraz
havada asılı bu yazıda. Biraz daha aklıma yatan kısım ise konunun psikolojik
bir bağlam içeren kısımları olursa değinmek.
Son aylar diyebileceğim kadar uzun bir zaman zarfında
kendimin bir tür kaçışta olduğunu fark ettim. Karanlık çöktükten sonra hiç
dışarıya bakmıyordum; dışarıya çıkmıyordum. Işık saçılır endişesiyle laptop şarjı
yere bakar biçimde yatağın altına saklıydı. Televizyonun ışık noktasının önüne
bir şeyler çekmiştim. Hatta Pera’da kaldığım otelde dahi tvnin önünü banyo
terlikleriyle kapatmıştım.
Ancak çember daraldı. Gece telefona bakarken her an astigmat
ve gözkapağı kaynaklı uzayan ışığın açısına dikkat etmeye başladım. Ondan
kaçınmak için ne yapabileceğimi düşündüm vs ancak bana çok kısıtlı bir yaşam
alanı kaldı ve açıkçası sürekli bu tarz tedirginliklerle yaşamanın sonu
olmadığını düşünmeye başladım. Takıntılı insanların gittikçe kendilerine izin
verdiği çemberi ufaltmaları gibi bir seyir izliyor her şey.
****
Oysa ben buraya başka konular yazmak istiyorum. İnsanlara
başka şeylerden bahsetmek. O eski düşünmeyi bir anda sallayıp sınırsız hayal
kuran halimle muhtemelen hiçbir zaman yaşamayacağımız hayallerin ve durumların
kritiğini yapmak.
Siyaset ve futbolda ne kadar ilkel bir yönetimin sürüyü gütmeye
yeterli olduğundan konuşmak, sonra o sürüye biraz da kapılıp mevzuların goygoyunu
çevirmek; sonra sosyal medyada tüm insanların ne kadar ukala, linçsever
olduklarına dair bir söylev çekip; insanların konulara dair hassasiyetlerinden
ziyade kendi egolarının okşanması ve onaylanma ihtiyaçlarının peşinden
koştuğuna dair kabaca herkesin baş sallayacağı cümleler kurmak.
Gelecek yaza, gelecek yıllara, bir gün gidip görebileceğim
ülkelere dair hayaller kurmak. İnsanlarla başımızdan geçenlerin şakasını yapmak.
Ve eskisi gibi hiçbir şeyi aslında çok da umursamamak.
Kabaca bunlar ve birkaç şey daha.
Bazı konularda çok farklı hissediyorum. Bazı konuları ise
artık tüm çıplaklığıyla konuşmak istiyorum.
Hayatım boyunca insanların duvarlarını anlamakta gerçekten
sıkıntı çektim. Bunu empati yönünden bir tür gelişmeme hali olarak da
görebilirsiniz çünkü nedenlerini bir noktadan öteye gerçekten anlayamıyorum.
İşyerlerinin ciddi ortamlarında insanların yanındakiyle
nasıl iletişim kurmadan yaşayabildiğini; defolarını neden ve nasıl sakladığını,
mahremiyet dedikleri şeyin kapsamını… bunların bende karşılığı hala oluşmadı. Nasıl
günün yarısından fazlasını kendimizi saklayarak, farklı maskeler takarak yaşamayı
seçmiş olabiliriz; bu samimiyetsiz yaşam alışkanlıkları nasıl normalleşmiş
olabilir?
Veya hatalarımız, defolarımız. Neden bahsetmek bu kadar zor
geliyor bize? İnsanların ilgilenmediği durumları bir kenara bırakarak
söylüyorum. Çoğu insan için çuvalladığı bir şeyi anlatmak, o şey ne kadar
insani olursa olsun, çok zor gibi.
Oysa benim kafamda hep şöyle bir sahne dolaşıyor. Herkesin bir
zamanlar çocuk olduğunu, bu dünyanın bir yerindeki bir ilkokuldan aynı salaklıkları
ya da çocuklukları yaparak mezun olup büyüdüğünü düşünüyorum. Ve herkes bir
şekilde kendine tutunma noktaları bulup sonuna kadar yürümeye devam etmeye çalışıyor
sonuçta hayat dediğimiz özetinde bu. Böyle bir durum varken biz nasıl
birbirimize bu kadar uzak, bu kadar mesafeli ve yalnız olmayı seçiyoruz?
Sosyal mesaj veren Hakan Taşıyan gibi hissettim kendimi ama
samimi olarak neden çekiniyoruz? Neden insan duvarlar örer? (Saat 9’u geçti;
dedim size iq yerini başka şeylere bırakıyor)
Hayatımın önemli kısmını geçirdiğim yalnızlığım boşuna değil.
Evet kendimden de başkalarından da beklentilerim çok yüksek; ve bu her şeyi zor
kılıyor. Kendimi de sürekli baltalayan birisi olduğum için ve kafamdaki tabloda
karşıdaki kadar benim de en iyi halim olması gerektiğini düşündüğüm için herhangi
bir insanla ilişki anlamında yollarımızın kesişip ortak bir şeyler kurmamız çok
zorlaşıyor ancak buna dair pek bir şey henüz yapamıyorum.
Çünkü düşüncem şu ki; bu dünyada herkes beklentileri ve
tatminleri çok fazla düşürmüş durumda. Kendi aklım yettiğimden beri aslında ben
bu düşüncenin şokundayım. Her şeyi doğru yaptıklarını düşündüğüm ebeveynlerimin
bile bazı konularda oldukça sınırlı kapasitelerini gördükten sonra bir de
insanlara baktım; allahım korkunç. Askerde kafayı yemeye yaklaşmamın bir nedeni
de buydu; mükemmeliği bırak her şey rezalete yakın bir seviyede yapılıyordu. Hayatın
içinde de her şey bence eksik yapılıyor. Yaşamak dahil buna.
İnsanlar sinemada bir yandan telefona bakıyor, konuşuyor.
Evde aile olarak film izlenirken müzik yükseldiğinde o sahnenin tam etkisi
verebilmek için ayarlanmış ses kısılıyor. Okul, iş başvuruları yapılırken diğer
tabde bir yandan ilişki sorunları masaya yatırılıyor. Kahvaltılar işe giderken
sanki prosedürmüş gibi bir şeyler kemirerek geçiriliyor; öğle yemeklerinde iş
sohbetleri; akşam yine odak keyif değil. Arkadaş biz bu dünyaya niye geldik? Şu
son sayfayı tek seferde yazdım; konuşuyor olsam çenem ağrımıştı.
Bir de olayın iş kalitesi var. Operasyonu olduğum smile
teknolojisine dair okurken her şeyin ne kadar çok insan hatasına açık ve bazı
kısımların hala otomatize edilmediğini okurken aklımı yitiriyordum. Evet biraz
da benim cehaletim ancak ben insanın 2020’de geldiği noktayı kafamda daha
ileride bir yerde olarak varsaymışım.
Gece ilerledikçe iq düşüş hızı arttı; bunun farkındayım. Bu
her zaman böyle oldu. Kardeşimle sabahları fifa oynasak ben yenerdim; öğleden
sonraları ortada geçerdi; akşamları genelde yenilirdim. Yazıda da öyle; o
nedenle birkaç şeyden daha bahsedip son kısıma geleceğim.
****
Bu yazıyı yazmamdaki temel amaçlardan biri kendi akvaryumumu
son bir kez devirip içindekilere bakmaktı.
Büyük bir monotonluğun içinde; pek de iyiye gitmeden bir
zaman kaybı, bir israfım bir süredir.
Teknolojinin bizim bilgilerimizi kullanarak bize dair
oluşturduğu müşteri profilinin dışına çıkmakta zorlanıyorum.
Çok sağlıksız bir çağda yaşadığımızı düşünüyorum. Black
Mirror bölümleri gibi işler bir terse döndüğüne bizim aslında kuyumuzu kasan
algoritmalara bağlı yaşıyoruz.
Bir küsür yıldır sosyal medya tekelleri bana ilgileneceğimi
bildikleri için gözle alakalı makaleler, fırsatlar vs pazarlıyor. Oysa ben bu
konuda sağlıklı biri değilim; kullanmıyor olsam da okb nedenli verilmiş
ilaçlarım var ve sistem korkunç bir iştahla bana sürekli aklımdan uzak tutmak
istediğim şeyleri gösteriyor.
Instagramda hep aynı kişileri görüyorum; hep aynı kişiler
beni görüyor. Bir yazımı kimse okumazken biri algoritmada bir popüler olmaya
görsün herkesin önüne çıkıyor. İçerik ve kalite kimsenin umurunda değil; herkes
işin analiğini çözüp niceliğe ulaşma peşinde.
Hep uçlar prim yapıyor. Hiç kimse ama hiç kimse empati yapıp
düşünmeye efor harcamaya istekli değil; çünkü sosyal medyanın elmasları orada
değil. Sağduyulu cümlelere ilgi yok; çünkü onlara zaten aşinayız. Sadece uç veya
trende uygun bir şey yaptığında toplumca onayını güvenceye alıyorsun.
Yeni bir ses ya da düşünce çok nadir karşıma çıkıyor. İzmir’deki
bir arkadaşımın tavsiyesiyle başladığım Fularsız Entellik podcasti gibi özgün
ve kaliteli işler önüme düşmüyor.
Bakın kalite diyorum; doğru ya da yanlıştan bahsetmiyorum. Amerikan
seçimleri geliyor aklıma. Trump’ın konumunda ben olsam dahi çok daha iyi mağdura
yatıp; halkı daha iyi galeyana getirebileceğimi aklımdan geçiriyorum. Benim
hakkım yendi yendi yerine bizim demeyi nasıl akıl edemedi diye düşünüyorum. Muhalefetin
kendi üst perde tavırlarındaki sorunu çözmeye gerek kalmadan, aslında düşük empati
ve kalite içeren bir muhalefetle istediğini aldığını düşünüyorum. Türkiyede ise
her şey daha da fena; her seçim öncesi bir terör vibe ı yaratıp kendi grubunu
konsolide etmen zaten kafi. Zeka ya da gelecek bu ülkede kullanılmıyor; okumuşu
okumamışı fark etmez.
Futbolu uyuşturucularımdan biri olarak hala kullanıyor olsam
da; gerizekalı kalabalıklara eskisi kadar tahammül edemiyorum. Anlamsız hayatlara
siyaset ya da futbol üzerinden ezber hashtaglerle anlam biçme zavallılığındaki
kitlelerin; sadece bir araya gelip birbirlerini okşayarak bir şey başarmış gibi
ortalıkla burnu havada dolaşmalarına katlanamıyorum. Basketbolda ise hala
analiz ve taktik konuşan bir kitle olduğu için kitle hala farklı ancak virüs oraya
da bazen sıçrayabiliyor.
Çok çok az insan bir şeyi taraf haline gelmeden konuşmayı
becerebiliyor. Bir muhalife o günkü faiz kararının olumlu olduğunu söylesem hükümetin
benim de batırdığında zaten ikna olduğum diğer 99 maddesini saymaya başlıyor. Antipatik
bir basketbol koçunun hücum setlerinin iyi olduğunu babama söylediğimde adamın
karaktersizliğinden ve şovmenliğinden başlıyor. Ya ben o maddeyi mi konuşuyorum?
Her şeyin neden siyah beyaz olması isteniyor; hem de hayatta neredeyse hiçbir
şey aslında öyle değilken ? İnsanın griyi anlama ya da konuşma yeteneği mi yok?
Bu kadar mı basit kabullerden ibaretiz? Öyleyse insan çok yalnız.
****
Ve son kısma beklediğimden erken geldik ey ahali. Aklımdan
geçen birkaç şey daha yazıp; bugün sadece yazıyı değil günü de tavuk misali
erken kapatacağım gibi duruyor.
Bu tarz yazıları yazmak için gidip otelde kalmak
istemiyorum. Yoruldum. Kendi coğrafyamdan yoruldum. Psikiyatrların söylediği ya
hep ya hiç algımın çoğu problemimin temel noktası olduğunu biliyorum ancak bu
kez gerçekten taviz verdiğimi düşünüyorum. Beklentilerimi aşağı zaten çekiyorum
ancak başımdaki gerçeklerin de bir tık iyiye gitmesi gerekiyor.
Yalnız olmaktan yoruldum ancak sorunlarımın temel
kısımlarını her şartta yalnızlığımda çözmem gerekecek. Yine de kendimin dışında
seveceğim ve ilgimi çeken duraklar olsaydı belki aradaki düşüşlerim daha ölçülü
olurdu.
Sosyal ya da özel ilişkilerimdeki o biraz narsist yapıdan
biraz da çocukluktan kalma benmerkezciliğe elimden geldiğince ket vuruyorum.
Hiçbir insan tamamen değişmiyor ancak içsel olarak sınırlı olsa da geliştim. İnsanlara
daha çok değer vermeye; onlarda daha değerli yönler keşfetmeye başta kendim
için ihtiyacım var.
Anlam açısından hala büyük, boş bir ovaya bakıyor gibiyim. Anlama
yüzümü inancımdan dolayı değil de yararcı bir bakışla döndüğümün
farkındalığından ötürü ilişkimiz saf bir hal alamıyor. Anlam odaklı şeyler hala
beni kesmiyor; hala çözemediğimi düşündüğüm bir matematik problemine
rastlamadığımı düşünüyorum. İçimde nefret ettiğim bir küstahlık var.
Adalet hissini eskisi kadar kovalamıyorum; çünkü bence
imkansızlığını kabullendim. Ama hala çok zor. En basiti göz vs konusunda bile kendimi
başka insanlar, başta aile daha fazla mutluluk hak ettiklerini düşündüğümden
ötürü daha mutlu biriymişim gibi davranmak zorunda hissediyorum. Ama ihalenin
birinci etkilenen kısmı olan kendimden taviz vermem gerekiyor. Ve bu bana
yanlış geliyor. Eskiden olsa somut olaylardan bağımsız sadece bu ikilem bile
beni korkunç zorlardı; şimdi ise herkes idare etmeyi öğrenmek zorunda gibi sert
ve pek tartışmaya açık olmayan bir tutumum var.
Pozitif düşünmek için de negatif düşünmek için de sebeplerim
var ancak bunlar bir türlü yerli yerinde durmuyorlar; değişken teoriler,
durumlar ve teoriler halinde sağa sola zıplıyorlar. Eskisi gibi “neredeyim ben”
i belirleyip eylem planı yapamıyor; x bir gelecekteki halimi ve planımı öngöremiyorum.
Hem biraz kendi içinde hüzünlü hem de olumlu olan bir başka
şey ise; hayatımda uzun süre sonra ilk kez; şu takıntılar harici kendimi
tamamen özgür ve geçmişten kopuk hissediyorum. Eskiden önem verdiğim
hikayelerin hepsi bu son dalgada eridi gitti. Yalnızlığımı da daha iyi anladım;
özgürlüğümü de. Hayaletlerim hayatın gerçeğinin yanında çok zayıf kaldılar.
Aslında her şey. Her şey çok zayıf kaldı. Ve bu köksüzlük aslında şu tren
tekrardan çalışmayı bir başarabilse ucu sonu tutulmaz bir özgürlük.
Trenin bir gün tekrar hız kazanacağını ummak zorundayım. O günlere
çıkana dek aptal gündem başlıklarını tamamen terk etmek riskli; en azından
kendimle daha iyi yaşamanın yolunu bulmadan tam bir terk akılcı olmayacaktır. Ah,
nerede o eski çantayı sırtıma vurur yarına kendimi alır giderim cesareti ve
tazeliği; şimdi her adım öncesi düşünmem gerekiyor. Insecurity mi kelime; ya da
başka bir şey mi; bilmediğim bir kitaptan gelen yeni tip sorular bunlar.
Yine de bir yandan devrimi başlatmak lazım. Ufaktan, en
aptal ve işe yaramaz parazit oluşumları ve alışkanlıkları kendinden
temizleyerek başlamalı. Hiçbir şeyi değiştirmeden bir şeylerin değişmesini
beklemek sadece aptal ve zavallı kalabalıkların avuntusudur; ve ben, ne yazık
ki; kendi içimdeki isyanlarda dahi o gruba tahammül edemiyorum.
İnanıyor muyum? Eskisi kadar güçlü başlamayacağım yarına hayır.
Ancak beklemekten yorgun, geçmişten kopuk ve yargılardan azad edilmiş haldeyim;
üstelik en dip, en çaresiz hallerimden birindeyim. Karalar bağlar gibi değil de
farkına varır gibi söylüyorum bunu. Ve insan çaresiz kaldığında değişir,
saldırır, değiştirmeye en yakın haline varır. Başkalarından hiç, kendimden
biraz, zamandan fazlaca korkuyorum. Ancak yönüm belli, seçimim belli, belirsiz
olan yolculuk süresi.
Buraya kadar gelen varsa; siz yine de gelip benimle bir
günbatımında buluşup konuşun. Satırlar birbirini etkiliyor; aldatır. Aslolan
sadece andır.