Arşiv

Fondip

Yazmayı sık sık düşündüm. 

Hem kaliteli bir yalnızlık vakti bulamadığımdan; hem de bütün verilerim sürekli değişirken herhangi bir düşünce/hedef/beyan oluşturup onun arkasında durmak güç olduğundan yazmadım. 

Bu blogu 2009'da açtım ve yazılarım maalesef çokça kez çeşitli takıntılar nedenli zarar gördü. 

Başka şeyler yazmak, konuşmak, yaşamak istiyordum ancak o sevmediğim, düşünmesi işlevsiz olduğundan dolayı sevmediğim düşünceler her yazıya en geç birkaç paragraf sonra girip hikayenin merkezine/üzerine oturdu. 

Her birine, tam tedavi etmese de (hayatta çok az şey tamamen yok olur) bir panzehirle, bir süre sonra cevap buldum. Cevaptan ziyade yol diyelim.

Hikayemin estetiği/anlamı bozulduğunda hayat kanallarımdan ötekilerinin yüzdesini arttırdım; üzerlerini cilaladım. Ve bu son göz çizdirme operasyonundan önce; hayatın cazip olmayan bir noktasında dururken dahi kabul "ligden düşmeyen" bir puan vermiştim yaşadığım hayata ve kanallarıma. Ve tabi ki hayallere. 

Operasyondan sonra hem biraz astigmat, biraz miyop, biraz HOAs kaldı. Hem de akşamları/karanlık ortamlarda muhtemelen göz bebeğim düzeltilen çapın üzerine kadar büyüdüğü için ışıklar saçılmaya başladı. 

***

Hayatta "kötüye gidişlerim" dahil çoğu şey beklediğim gibi ilerledi ve oldu. Ancak bir gün tekrar yemeğe böylesine sarılıp, kilo alıp kendimi tüketeceğime "Finlandiya'dan sonra" hiç ihtimal vermezdim. 

Oysa bunun bir ihtimal olduğunu öngörebilmeyi kendimden beklerdim. Hep aynı şekilde ilerlemişti. Hayatta bir şeyler plan ve arzumun dışına çıktığında / bir şeyleri çözemediğimde hep aynı cevabı verdim: yemek. 

Yemeğin kapattığı şey aslında boşluklar ve olmamışlıklardı. 

Sinema ve manzaralar diyerek basitçe tarif edebileceğim iki ana beslenme kanalım daha vardı. Bu ikili kaçtığım konunun zaten kendisiyle bağlantılı olduğu için listede üzeri çizildi. Ve geriye sadece yemek kaldı. 

***

Yazacak çok şey olmasına rağmen yine aynı konulardan bahsediyor olmaktan memnun değilim. Ancak bu pek umrumda da değil. Bugün ve sonrasında tekrar yürümeye başlayan bir versiyonum olacağını düşünüyorum. Zaten bu yazıyı yazma nedenim de bu düşünce.

*******

Kayda değer bir süredir artık dibi gördüğümü ve yeni halimin iç-mutabakat için verimli olan verilerini büyük oranda topladığımı düşünerek ayağa kalkma planları yapıyorum. 

Nelere üzüldüğüm, bunların beni nasıl, ne kadar etkilediği, değişen ruh hallerimde bu iniş çıkışların değişken şiddet büyüklükleri, bu yeni versiyonumun tekrar kendini toparlarken neleri hesaba katması gerektiği vs vs.. veri setimi topluyordum. 

Birisi gece ışıklı bir manzarayı övdüğünde bu beni kaç puana kadar sarsabiliyordu? Buna dair aklımdaki hamleler neydi? Eski hayallerden hasar görenlerin hangileri saklanmalı hangileri baştan sonra başkalarıyla yenilenmeliydi vs vs. böyle giden düşünceler...sürekli. 

Ancak dediğim gibi düşüş durmuştu ve ufak ufak olumlu sinyaller görüyordum. 

***

Sonra bir gün (yeni bir yazıyı baştan sona yazmak istemediğim için sıfır detay haliyle burayı geçiyorum) sağ gözde siyah bir sinek (eye floater) farkettim. Araştırdım, ettim. Yırtık vs endişesi eklenmesin diye doktora da gösterdim. Neden ve ne zaman oluştuğuna dair aklımda dolaşan düşüncelerimi de avucuma alıp aklımda o kutuya koydum. 

O süreç ve devamında ana duygum neydi diye sorarsanız; en kaba haliyle tükenmişlik benzeri bir kelime seçerim. Yorgunluk. 

Haksızlığa uğradığımı düşündüğüm konular, iç huzur mutabakatı ve yaşayabilmek için kendimle yaptığım anlaşmalardaki tavizler, onca sabırla geçen zaman, düşünsel emek, kendi içimde kaçtığım binlerce çağrışım, düşman....her şey çok fazla; ben çok eksik; çok yorgundum. 

Geceleri balkona/dışarıya çıkmıyor; ne sinema ne ev karanlığında altyazılı film izlemeye zaten kalkışmıyordum. Bir gün ben daha iyi, yaşamım daha zengin olduğunda belki diyerek o kapıları kapatmıştım. 

Bu yeni sinek detayı ise benim ardına kadar açtığım kapıda (gündüz/ışık) daha da büyüyen bir düşmandı. 

Tam tarif isterseniz; hangi kapıyı açsam başka canavar vardı karşımda. 

Geçmişin üzüntüleri, geleceğin umutsuzluğu ve kaygıları, geceler ayrı nedenden ; gündüzler ayrı nedenden problemli. Dünyam; artık içine sığamayacağım; ve beklemekten çok yorulduğum sıkıcı bir kutu haline gelmişti. 

Eskisi kadar anlatmak da istemiyordum. Çünkü kimsenin yapabileceği pek bir şey yoktu (anlayabilenler olursa dahi) ve anlatmak da yorgunluklara dahildi. 

******

2. Bölüm 

Tüm bunları neden yazdın derseniz...

Kendi içimdeki pazarlıklar/anlaşmalar için burası bir imza işlevi görüyor. 

Burada pozisyonu sabitleyip adımlamaya geçiyorum. 

Üstelik anlatacağım çok şey birikti diye de düşünmüştüm. Ne var ki; yine onlara dair yazmaya sıra bir türlü gelemedi :(

***

Sinek konusu küçük değil; nitelik olarak da taze; ancak tazeliğinde dahi özellikle meşguliyetlerimde onu görmezden gelebiliyor; yenebiliyorum. 

Her an belki yenemeyeceğim; yukarıda anlatıklarım dahil pek çok konu gibi ara ara gelip bana dalga vuracak. Ancak öyle olacaklarını da artık anladım: kayda değer oranda kabul ettim. 

Yani aslında dediğim şu:

Ben bugünle beraber ilerlemeye başlıyorum. Bütün kafamda uçuşan canavarlarla beraber. 

Dışarıda yalnız yemek yemeyi bırakıyorum. Mekanlar kira hesaplarında oluşacak boşluklar için devletten yeni kgf beklesin. Ben yokum. 

Kabaca hesabımla en az yıl sonuna kadar yokum. 

***

Yıl sonuna kadar kendimce belirlediğim bu zamanı geçirirken "üretmek" de istiyorum. 

Eskiden kalan (başta yazılar olmak üzere) bir değerini olduğunu düşündüğüm şeyleri derleyebilirim. Finlandiya hariç İzmir'de günlük misali tuttuğum bir yazı dizisi var; ona bakılması gerekiyor. Finlandiya'nın ikinci bölümü olacak diye başlayıp fazla karanlık olunca bıraktığım bir yazı başlangıcı daha var ancak o çukura sanırım girmek istemem. İzmir'deki günlük kısmına bile girmeden kendimi iyice yoklamam gerekli. 

Yazmaya dair hissim nötr. Ne sevgi, ne nefret. Geçmişten gelen yazılarla uğraşmaktan ise hiç memnun değilim. O kısmı bir iş gibi kabul edeceğim.

***

Ve son olarak bu 8 ayın sonlarında; ucuza bilet bulunca planladığım (vize verirlerse) son bir İsrail gezisi olacak. Türkiye hariç 35. ülke; sanırım 70. şehir. 

Gezmek eskisi kadar anlam biçtiğim bir konsept değil. Hem görme odaklı takıntılarla kesişim kümesinde; hem de o da yemek gibi artık yetmiyor. Ama böyle bir dönem sonuçta yaşandı; ve son bir solo gezi buna sembolik bir son olabilir. 

***

Daha önce burada yazdım mı bilmem. 

Ancak son senelerde kendime dair aklımdan en çok geçen metafor; yılanının artık yanında durmasını isteyen Voldemort. 

Belki onlarca kez kendimi tam da kitabın o tarifindeki gibi düşünürken buldum. 

Azalan kanallar/canlar, zayıflık ve endişe. 

Bu metaforda benim adıma saklı olan düşünceleri yazmaya kalksam belki ayrı bir kitaba kadar çıkar. 

Orası bugün değil. 

Zaten benim aklımdaki versiyon dışında pek anlamlı da değil. Sadece düşünce.. 

***

Kusura bakmayın. Eskisi gibi yazıyı tekrar okuyup bir anlamsal bütünlük haline sokmaya uğraşmayacağım. Bundan sonra daha çok kusurlu ancak daha üretken bir versiyonum olası. 

Hissim ve planlarım bu ayın Şubat olduğu yönünde. Henüz başları. Sonra da Mart var. Sonra ise yavaşça bahar. Yaz ne kadar uzak, ne kadar mümkün? Bilmiyorum. Ama zaman "akmaya başladıkça" -artık- bunu bir gün göreceğiz. 




Altay, Altınordu, Fenerbahçe, Çocukluk

Hayatımın en renksiz dönemi diyebileceğim geçtiğimiz şu 2 yılda, ülkedeki ve dünyadaki spor gündemi beni hayata bağlayan en temel bağlardan biri oldu. 

Aslına bakarsanız pek taraftar denilebilecek biri değilim. Fenerbahçeli olmama rağmen bahiste rakiplere gönül rahatlığıyla oynarım. Eskidendi benim taraftarlığım. 

2001 Mayıs'ı. 10 yaş. Henüz İzmir'deyim. Babam İstanbul/Bahçeşehir'de kendine geçici bir daire kiralamış; 3 ay sonra Ağustos'ta biz de onun yanına İstanbul'a taşınacağız. 

Parkın yanındaki bakkala gidip gidip skoru soruyorum. Fenerbahçe Samsunspor maçı. Skoru hala aklımda 3-1 ve şampiyon oluyoruz. 

Biz kimiz? Fenerbahçe. Neden Fenerbahçeliyim; o günler için kesin bir cevabı yok. Renklerini seviyorum falan ama herhalde asıl neden babamın Fenerbahçeli olması. Bir de servis şöförümüz hasta Fenerliydi onu hatırlıyorum. Okul arkadaşlarımın ise 2'si hariç tamamı Galatasaraylı. Benim dışımda bir Fenerli, bir Beşiktaşlı var. 

Bir şeye tamamen, sorgusuz bağlanma o zaman dahi bende tam oturmamış olacak ki; çocuklukta o zaman en yakın olduğum insanlarla ortak hissedebilmek için farklı takımları da tutmuşum. 

O yıllarda her haftasonu Balçova'daki Futbol kampına gidiyorum. Arkadaş sohbetlerimizin yüzde 80'i futbol, okul dışındaki hayatıma dair tek ilgi alanım o gün 98 futbolcu kart kutumdan hangi kartların çıkacağı ve tüm seride tek eksik kalan Altay takım kartını mahallede bulup bulamayacağım...

Futbolcu kartlarındaki son eksik olan Altay takım kartı satın aldığım kutulardan hiç çıkmadı. Ancak ben onu bir kaç mahalle aşağıda bir çocukta olduğunu duyunca oraya gidip almıştım. Kazanarak mı takasla mı hatırlamıyorum. 

****

İzmir'e dair bir takım tutmadım. Çocukluğum Göztepe'nin üst caddesinde Piç KSK yazılarıyla geçti ancak Göztepe sanırım renklerini sevmediğimden bana hiç cazip gelmedi. Altay'ı o gün mahallede tutan tanıdıklarım kendime en uzak hissettiğim gruptu; çocuk aklımla sanırım onları takım kimlikleriyle özdeşleştirip o takıma da bir bağlantı duymadım. Altınordu'yu duymamıştım. Karşıyaka o yaş için İstanbul kadar uzak bir dünyaydı. İzmirspor'u biliyordum, renklerini seviyordum ancak o da Mithatpaşa ya da İnönü caddesinde asılan İzmirsporumuza 3.Ligde Başarılar bayrağının anlattığı üzere üst liglere çok uzaktı. 

Stadyumda izlediğim ilk maç babamla gittiğimiz Karşıyaka Denizlispor maçıydı. 1-0 bitmişti; kim kazanmıştı hatırlamıyorum. İki takımla da alakam yoktu ancak hayal meyal Denizlispor'u desteklemiş olduğumuza dair bir anım var. Denizlispor'u tutmak için bir nedenimiz yoktu gerçi ancak Karşıyaka'yı desteklemediğimiz kesin olduğu için anım, kendi içinde tutarlı.

***

2001 Ağustos'ta İstanbul'a geldik. 2002 yazında dünya kupası maçlarının grup maçlarını okulda projektörle sinema odasında, Senegal galibiyetini ise evde aileyle izledim. 2002 Kasım'ında ülkenin başına AKP geldi. 2003'te Süper Lig'deki iki İzmir takımı birden ligden düştü. Göztepe 2017'ye kadar, Altay ise bugüne dek hala geri yükselemedi. 

Fenerbahçe ile olan ilişkim bana neredeyse hiç (yeşilcam tonuyla) saadet getirmedi. 2002'de GS'ye 6 attığımızda bakkala koşarak gidip bütün gazeteleri aldığımızı hatırlıyorum; bir de Sevilla çeyrek finali sonrası duşta maçın pozisyonlarını düşünüp ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüğümü... 

Bunlar dışında Denizli'de kazanamayıp son maçta kaçırdığımız şampiyonluk maçında ben hala çocuk ve taraftardım. Kızgınlıkla o gün çok pahalıya aldığımız (kırılmaz:) gözlüğümü duvar ya da koltuğa fırlatıp kırmıştım. Taa önceki hafta Hasan Kabze'nin 94'te attığı son dakika golü olmasa şampiyonluk işi bu haftaya kalmayacaktı zaten. Ne büyük şanssızlıktı. Denizli maçında da tüm maç sahaya konfeti atıldığından maç oynanmamıştı vs. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum. 

2010 yılında Bursaspor son maçta biz Trabzon'la berabere kalırken şampiyon olduğunda tarih tekerrür etti diyemem. Çünkü his aynı değildi. Bursaspor'un şampiyon olması beni rahatsız etmiyordu; o nedenle bir üzüntü duymuyordum. Ancak Fenerbahçe'nin Trabzon karşısında hayatımda gördüğüm en dominant maçlardan birini oynadıktan sonra üzüntü yaşaması da "adil" gelmemişti. Bugün hala düşündüğümde o maçta ne futbol oynamıştık diyorum ve sonuç olarak top kaleden içeri girmemişti.

2011 ve şike davasından sonra ise bence Türkiye'de futbol keyfi büyük oranda bitti. 

****

2011'de paranın döndüğü her yer gibi siyasetle iç içe, dibine kadar yozlaşmış futbol sektöründe iç savaş FB üzerinden başlatıldı. O sezonu Galatasaray şaşırtıcı biçimde tarihinin en kötü derecelerinden biriyle 34 maçta 16 yenilgiyle 8.sırada tamamlamıştı. Fenerbahçe'yle Trabzon en yakın rakiplerine 20+ puan fark atmışlardı.

FB iyi, GS, TS ya da başkası kötü diye bir şey yok. Yozlaşmış, paranın efendi olduğu bir sektörde, bir yığın zengin ve yolsuzluğa alışık insanın arasındaki kirli işlerin lige tekrar ayar vermek için kamuya açılması ve tüm bunların zaten halihazırda gelişmemiş olan ve objektiflikten ziyade taraf tutma arzusundaki genel halk tarafından nefrete çevirilmesi ana konu. 

2011'de ortaya saçılanlar zaten hedefsiz ve anlamsız kalmış bu toplumu zehirledi. Trabzon da Fenerbahçe de haksızlığa uğradığını düşünüyor ve bu saatten sonra Tanrı'yı dahi getirseniz bu insanlara adalet duygusunu geri veremezsiniz. O günden beri normal yönetilen maçlarda bile sadece hakem ve siyaset konuşuluyor. FB taraftar grupları dahil hangi "taraftar" oluşumunu okusam içimde duyduğum şey toplum kalitemize dair hayalkırıklığı ve hafif bir tiksinme duygusu. 

****

5-6 yıl önceydi Fenerbahçe'yi beni bağlayan ne diye kendime sormuştum. Takımdaki oyunculardan yönetimine, taraftarına...hiçbirine karşı içimde bir sempati ya da bağlılık yoktu. 

Nesrin Sipahi'nin Yaşa Fenerbahçe şarkısı, Lacivert rengini klas bulmam..ve çocukluk berigelen bir zamansal bağlılık. Bu kadar. O zamanlar Beşiktaş ekonomik krizdeydi ancak alçakgönüllü ve doğru projelerle birşeyler yapmaya çalışıyordu. Siyah beyazı da sevdiğimden artık Beşiktaş'ı tutacağım diyen bir blog yazısı dahi yayınlamıştım. Üst perdeden popülizm satan Fenerbahçe'den daha sempatik gelmişti. 

Ancak Fenerbahçeliliğim ne kadar zayıflamış olursa olsun Beşiktaş dendiğinde de bir aidiyet taşımadığımı çok kısa sürede anladım. Ercan Saatçi'nin FB marşlarını evde dinlediğim dönemleri hatırladığımda en azından gülümsüyordum ancak Beşiktaş'a dair o kadar bile hissim yoktu. İngiltere'den Tottenham'ı desteklemek gibi bir şeydi bu. 

Aslında genel olarak hangi takımı desteklersen destekle, yani takımdan bağımsız taraftar olma fikri özünde biraz Tottenham'ı desteklemek kadar saçma bir şey olduğu fikrine de sahibim. Ancak bu yazının başlığı Kalabalıklar, Taraftarlık ve Bireysel Kimlik/Anlam Eksikliği benzeri bir şey olmadığı için düşünceden değil duygudan ilerlemeyi seçiyorum :)

Neyse...o gün yazdığım yazıyı sildim. Beşiktaş da sonradan kendini toparladı ve sonrasında 3 şampiyonluk kazandı. Fenerbahçe ve Galatasaray ise gittikçe seviyenin düştüğü bir mahalle didişmesi halinde; popülizmin, arabeskliğin ve çeşitli komplekslerin kazandığı bir hikayede birbiriyle didişip durdu. 

****

Yazının başında söylediğim gibi futbol dahil sporun her dalı bugün hala benim için önemli hayat kanallarını oluşturuyor. Ancak hissim taraftar gibi değil. Özellikle Türk futbolunu sadece kendi düşüncelerimden uzaklaşabilmek, gündelik goygoylarla aklımı meşgul edebilmek için kullanıyorum. 

Çocukken bir takım playoff finali oynadığında son dakikada bir gol kaçırsa, tanrım bu pişmanlığın nasıl üzerinden gelecekler diye düşünüp anın ihtişamı karşısında teslim olurdum. Şimdi ise mevzubahis 4 yılda bir düzenlenen dünya kupası bile olsa bir şeyin tekrar edilebilme ya da alternatif mutluluklarla telafi edilebilme imkanı varsa hiçbir an öyle eskisi kadar ihtişamlı ya da kritik gelmiyor. 

Playoff finalinde Altay ve Altınordu var. İkisi de doğup büyüdüğüm sokaklara yakın. Hayatta anlamı sorgularsak belki de hiçbir şeyde yeterince bulamayız; ancak çocukluğun bir anlamı ya da bağlılığı varsa, benim kümem bu takımlarla kesişiyor. 

Yarın öbür gün bir maça gidecek olursam bu bir İzmir derbisi olur; orasına bugün karar verdim :)




Boş Tahterevalli

"Geçmiş, bugünün ve yarın düşüncesinin eksikliğinde büyür. 

Geçmişin tatlı hatıraları arada uğrayıp iyi hissedebileceğin bir otel işlevi görebilir ancak ev olmaya yetmez. Çünkü geçmişe dair her şey; zamanın etkisine uğrar; gerçeklikleri eskir, yıpranır. Kıssadan hisse, geçmiş bugünü tedavi de edemez; tek başına bozmaya da yetmez."

Bir süredir günlük tarzında bir şeyler yazıyorum. Yukarıdaki parça da oradan alıntı. Bu parçayı almamın nedeni içerdiği düşüncenin aslında yazma eylemimin kendisiyle bir tezat oluşturması. 

Yazdığım şeyler önemli ölçüde geçmiş konulardan bahsedip; onların etki haritalarını ve analizlerini ortaya döküyor. Biraz da siyaset, toplum üzerine düşünceler ve kaçınılmaz canavarımız takıntı konusu var. 

Peki ben neden "asıl canavar" olduğunu düşünmediğim şeyler üzerine yazıyorum? 

Bu sorunun cevaplarını ben biliyorum ancak buraya detaylıca yazmak çok da önemli değil. 

Kolay ve uzunca açıklama gerektirmeyecek nedenlerden birini ifade edeceksem de; kısa süreli de olsa kendime, suyun üzerinde kalabileceğim, belli oranda da olsa anlam içeren bir sal inşa etmek için yazıyorum diyebilirim. 

Asıl ihtiyacın bir ip bulup kendimi onunla çekerek karaya çekmek olduğunu biliyorum. Bunu daha önce de, hikayesi çok farklı bir durumda olsa da; yaşadım. Benim 1.5 seneyi aşkın bir süredir kendimi içinde bulunduğum düşüş geçmiş takıntılarından ziyade gelecek ve düş eksikliği kaynaklıdır. 

***

Bu 1.5 senede dünyaya baktığımda; Finlandiya'yı yazarken kendime pek de itiraf etmediğim bir durumu, fikri.. en derinimde duymaya başladım. 

Benim bu dünyaya dair bir hayal kırıklığım var. Bu insanlar iyi ya da kötü benzeri bir kırgınlık değil; daha çok insanın yetkinlikleri; iletişim, anlayış ve çözüm kapasitesine dair genel bir hayal kırıklığı. 

İnsanların belki de tamamına yakını, yaptığı şeyleri bence yetersiz yapıyor. İş olabilir, iletişim olabilir, hatta duyguları, hazları yaşamak olabilir. Çoğu insan, çoğu şeyin farkında değil. Farkındalıkları yenerek, onlardaki hasarlara çözüm oluşturarak değil alternatif hikayeler, avuntular ya da cehaletlerle yaşam sürdürüyorlar. 

Farkındalıklara alternatif bir düşünceyi ev belleyip o merkezden yaşam oluşturmakla aslında bir problemim yok; ancak gördüğüm şey şu ki kalite ve seviye çok düşük. İnsan, kendiyle yaşayayabilmek için kendini alt edecekse; bence çok daha çetrefilli ve yepyeni bir labirent oluşturmalı. Oysa ne kendimde öyle başarılı bir labirent inşaatı söz konusu; ne de insanlarda konuşmanın üçüncü paragrafında dahi tehdit edilemeyecek labirentler var. 

***

Günlükteki alıntıda geçmişi "otel" olarak tanımlamam boşuna değil. Ben eski mutluluklarıma baktığımda kendimi her seferinde yenilenmiş ve umutlanmış buluyorum; sanki tüm kalabalıktan uzağa bir otelde 2 günlük bir kafa tatiline çıkmışım gibi. Kendimi sarsıyorum; ne bu halin diyorum. Her gün 5 tane hayalinden hangisinde kaybolan senden geriye nasıl bu sönük, umutsuz ve posası çıkmış yaşam formu kaldı?

***

Bu günlük işi Finlandiya'dan sonraki ilk yazma denemem değil. Kabaca 1 yıl öncesinde de aynı işe soyunmuştum; ancak o Finlandiya'ya bir takip kitabı türünde bir yapıdaydı. İlk kitabın ucu açık sonundan birkaç yıl sonra ana karakterin kendini kitapta daha önce mevzubahis edilmiş olan Ada'da bulmasıyla devam ediyordu.

Onu neden yazmayı bırakmıştım? Cevap olmadığı için. 

Uzun uzun yine topluma, siyasete dair bir şeyler yazmış; biraz da karanlık düşüncelerde dolaştıktan sonra iş kendi takıntımı aksettireceğim pansiyon sahibi adamın penceresine geldiğimde yazmayı bırakmıştım. 

Ömrü ondan daha uzun sürmüş olsa da (9 yazım günü ve 17k kelime); ondan 1 yıl sonra yazmaya başladığım bu günlük türünde de yazmaya bir süre ara dediğim yer yine kenti takıntıma topla tüfekle ilk kez girmeye çalıştığım bölüm olmuş. 

Görünen o ki aklımdaki asıl canavarın ne olduğunu her hatırladığımda; diğer konu ve uğraşların süsü dökülüyor. Ve ben, tüm yazma ve yaşama işinin cafcafına rağmen kendimi aslında hep o karanlık odada ve o canavarla başbaşa buluyorum. Alternatif hikayelerim karanlıkta kayıp. 

***

Salgın nedenli tam kapanma kararı alındığında, elime tamamen yalnız olabileceğim bir evde bu 2.5 haftalık süreyi geçirme fırsatı geçti. Yalnızlığa tahammül edebilirsem bu yazı işini tamamlayabilirdim. Ancak ben atlayıp İstanbul'a ailemin yanına geldim. Futbol, basketbol maçları, ülke gündemi derken daha normal bir hayat algısını ve yaşam uğraşını çok özlemiştim. 

Özlem dışında bir neden daha vardı. Tüm bu "karanlığı yenmek" tadındaki filmvari kişisel kapanmaların büyüsüne artık ikna olmuyordum. Yaşama dair en bayağı şeylere bile susamışken; bazen onun artıklarıyla kendi ilgi ve düşüncelerime ziyafet bile çekebilirken; kendimi sürekli yaşamdan alıp o düşüncede yenemediğim canavarla aynı odaya koymak ... hayatın bu tür kazanılmamış ve kendini harap ettiğin iç savaşlarla geçen dönemlerine artık sadece sonradan değil, onları yaşarken bile üzülüyorum. 

***

Bugün o canavar neye benziyor? 

1.5 yıldan sonra bile onun bendeki etkisinin bazı dallarını, çoğu zaman arzu etmememe rağmen yeni yeni keşfedebiliyorum. Bu dallar, çözüm açısından yanıt belki verebileceğim sonuçlara düşünsel olarak varabiliyorsam daha iyi; tabloyu daha da adaletsiz ve çözüm hamlemin olmadığı bir durumu işaret ediyorsa beni daha kötü etkiliyor. 

Film, insan ya da manzaraya bakarken, sol şakağım üzerinden göze hafif bir baskı uyguladığımda binoküler görüntüde resim daha az dağınık ve odak daha bütün/tek oluyor. Tekli bakışlarla bunun neyi sağladığını test etmek için baskı uyguladığımda ise sol gözümün resmi konumlandırdığı yer ile sağ gözün konumlandırdığı yer ve açı arasındaki farkın büyük oranda azaldığını görüyorum. Başımı biraz çevirerek baktığımda, ya da laptobun ekranının sağ köşesini biraz ileri iterek kullandığımda görsel yine daha doğru. İnsanlarla konuşurken ya da tv izlerken onları sol çapraza alacak şekilde konumlandırdığımda daha iyi, daha geniş alanı odağa alan bir görsel elde etmem de bu yüzden. Çünkü bu konumlarda bakılan objenin bana göre sağ yakası daha ileride konumlanmış oluyor. 

Bu bahsettiğim durum göz çizdirme operasyonundan bana kalan birisi oblik sınırını aşan ufak astigmatların sonucu. Özellikle oblik astigmat sahibi birkaç tanıdığımın telefona, laptoba bakışlarını dikkatli incelediğimde onlarda da ya objede ya bakışın kendisinde bir yamukluk görüyorum. Bu insanların çoğu bu durumun farkında bile değil. Görüntünün daha stabil, odağın doğru olacağı bir görsel sahibi olsalar, pek çok konuya dair ilgilerinin, beğeni, tercih ve konsantrasyonlarının daha farklı olacağını ben biliyorum. Ancak bir şeyin eksikliğinin farkında değilseniz ve bu durumun hayatınızı etkilediği detayları görüp düşünmüyorsanız; hayatınız en azından duygusal tatmin açısından zarar görmeden kalabiliyor. 

Bu astigmat konusu işin bir kısmı. Bir de özellikle düşük ışık ve geceleri tüm ışık odaklarının fazlasıyla saçılması durumu var. Bunun da gözde topografi sayesinde var oldugunu gördüğüm HOAs ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Pupil size ilgili durumlar, geceleri ışığın eskiye göre fazla dikkat çekmesi vs de olası diğer etkenler. 

Bu gece saçılmalarının ilk zamanlara göre daha da arttığı düşüncesi de son zamanlarda bana eklendi ve öyle bir durum olayı çok farklı boyutlara çekiyor. Şimdi sahip olduğum ile dahi iç barış, mutabakat imzalayamamış olan ben, eğer şartların daha kötüye gideceği bir sürece bakıyorsam; bu iş nasıl olacak? 

***

Biraz önce koltuğumdan kalkıp beli biraz rahatlatmak için yürüdüm. 10 dakikada aklımda on ayrı sokağa girmişimdir ve hepsinin bende yarattığı genel ruh hali ve düşünce farklı. 

Işık saçılmalarına dair; eğer temelde kalıcı biçinde kötülemiş bi durum yoksa ve yukarıdaki varsayımlar esasa dayanıyorsa hem gözyaşı hem de gözbebeği boyutu üzerinden hamle yolları olabilir. Operasyon sonrası ilk dönemlerde bir sokağa baktığımda dikkatimi tek çeken şey bu saçılmalar olmuyordu. Olay sadece farkındalık kaynaklıysa kabulümde sıfır sorun yaratıyor demiyorum ancak beni temel bir yerden kıracak seviyede söz konusu bir durum olmaması gerektiğini kendime geçmişi referans vererek anlatabilirim. 

Astigmat, özellikle astigmat açıları ve asimetrileri konusunda ise gözlük, belki partial lens kullanımı söz konusu olabilir. Duruma göre açıları kendimce şu anki halime uygun biçimde optimal tasarladığım koşullar yaratabilirim. Bu yazdıklarımın hiçbirisi tam ve yüzde yüz güvenilir bir cevap yaratmıyor ancak duruma dair çeşitli iyileştirmeler en azından teoride mümkün. Yine de en iyi senaryolarda dahi mutabakat için belli oranda taviz vereceğim, kabullenmek-idare etmek durumunda kalacağım şeyler olacak gibi duruyor. 

***

İnsanlardan oblik astigmatlar veya çok daha büyük problemlerle yaşayanlar olduğunu ben de tabi ki biliyorum. Daha çocukken beni psikologlara başlatan araba kazası korkusundan gidelim.. Türk filmi klişesi gibi bencil bir primat saçma sapan araba kullanarak x bir insanın hayatını kökünden oynatacak bir eksikliğe neden olabiliyor. Kimisi en sevdiğini, karısını - çocuğunu kaybediyor, kimisi bacağını, aklını, hayatını. 

O yaşımda bu tablonun adaletsizliği beni çileden çıkarmıştı. Adaletsizlik kadar takıntı yapan bir başka konu ise bunun engellenebilir olmasıydı; human error. İnsanlar çok daha iyi, çok daha düşünceli olabilirdi. Ama her gün, araba veya başka bir durum üzerinden eksik düşünüldüğü için kötü sonuçlar doğurmuş başka durumlar görüyordum. 

Genel düşünce her şeyin kabul edilebilir duran minimum seviyede yapılmasıydı. Karanlık bir yolda hız yaptığında çeşitli nedenlerden dolayı aniden karşına çıkan bir canlı söz konusu olduğunda insanlar bu kötü sonuçtan kendine yüzde bir bile pay çıkarmıyordu. Ben ise, bir ilişkiye başlarken bile yarın öbür gün bir ayrılık söz konusu olduğunda kişiler denk mi; karşı taraf bu ilişki seviyesinde bir alternatif yaratabilir mi; ihtimaller eşit değilse oluşacak sorunda payım olacağı düşüncesinde yani çoğu zaman diğer taraftaydım. İnsanların genelde takmadığı ufak şeylerin çoğu zaman hikayede etkilediği temel konuların hesabını tutmaktan bitap düşmüş biçimde çoğunlukla yalnızlığı tercih ediyordum. 

Bu göz konusu sadece analojiler üzerinden okumanın eksik kalacağı bir durum. Kaçırılan bir hayat fırsatı ya da unutmak istediğin kötü bir hatıra, geride bırakmak istediğin bir ilişki vb durumlardan farklı çünkü bunda oyundaki aktörünün penceresi söz konusu. Yani hikayeleri ve durumları değiştirip yeniden yaratabilirsin ancak oyuncuda (user) hasar varsa o seninle devam ediyor. 

Konuya dair okumalar yaparken pek çok forumda rastladığım pek çok insan da bunu bu kadar dert edinmiş tek kişinin ben olmadığını gösteriyor. Sadece lasik operasyonu sonrası intihar etmiş insanları konu edinen web siteleri var; bir grup da forumlarda bu konuya dair bilgi edinmek isteyen insanlara kendi pişmanlığını anlatarak kendi çukurunda debeleniyor. 

Ben hasarların insanları ne kadar biased hale getirdiğini biliyorum; ve onlardan biri olmamak için uğraşıyorum. Dünyaya dair fikirlerim kendi hikayemin biaslarından bağımsız kalsın; kendi hikayemin ötesini de konuşacak objektif yanım kalsın istiyorum. 

Sadece görsel keyif ve hazlar üzerine yaşamanın benim için artık tehlikeli bir durum oluşturduğunu düşünsem ve hatta kendime mana içeren yeni kanallar insa etmeye çalışsam dahi; base düşüncemin varlığına sahip çıkmak istiyorum. Kendi elde ettiğim sonucu beğenmemiş olsam ve pişmanlık yaşasam dahi birisi laserle göz çizdirme sorusu sorduğunda çok yönlü objektif yanıtlar vermeyi; dünya ve yaşam algımın ve bunlara dair yorumumun hayattaki olumsuzlukların gölgesi hadi neyse de, esaretinden uzak olmasını arzuluyorum. 

Peki bu mümkün müdür? Belki de, belli oranda. 

Tüm bu yaşadığım süreçle birlikte eskiye nazaran pek çok konuda daha anarşist bir ruh hali ve düşünceye kapıldığımı görüyor, hissediyorum. Bu bir bias sonucu; çünkü benim yaşadıklarım bu evrimde etken. Ancak tamamen objektiflikten uzak da değil; çünkü süreçle birlikte daha derince keşfedilmiş düşünsel coğrafyaları içeriyor. 

Neden bahsediyorum? Mesela hayatı arzuladığı yönde gitmeyen bireyin toplum huzurunu tehdit etmesi; "bariz" toplumsal uzlaşılara dahi tepki göstermesi, arıza çıkarması. 

Biraz arabesk bir söylem olacaktır ama; eğer insanın içinde bir yangın çıktıysa; bu muhtemeldir ki dünyaya sıçrar; ve bence bu "iç huzuru o an için tehlike altında olmayan" insanların iddia ettiği gibi tamamen "kabul edilemez" bir durum değildir. Bu dünyadaki hikayemiz ne kadar aksini iddia etmek içimizi ısıtsa da büyük oranda yalnız bir toplayıcılık ve beslenme hikayesi. Bir evde yangın, bir arıza varsa o toplumun da sorunu olmalıdır. Toplum ve oluşturduğu koşullar insan hikayesinde sadece etken rolünde olamaz. İnsan bu kadar küçük ve çaresiz olmayı kabullenmemeli. 

Sağlık sektörünün turnikeyle müşteri alır gibi hız odaklı yönetildiği, insanların adaletsizliğe dahil olmazsa adaletsizliğin mağduru olacağını bildiği bir dünya bu. İnsanlar ulaşabildiğini heybeye atıyor; evine kimisi huzurla kimisi yangınla dönüyor. Ve sistemin genel öğretisi aynı yobazlar gibi ancak daha süslü ifadelerle "şükran ve teselli" odaklı. 

Dünyadaki problemlerin yüzde 90'ı çözülmüyor; idare-razı ettiriliyor; parçalı olmakla beraber unutturuluyor. 2021 yılında insan hala yeti olarak ne imkan olan maksimum kalitede iş yapmayı becerebiliyor, onu hedefliyor; ne de yarattığı kusurlara teselli dışında çözüm/yanıt yaratabiliyor. 

Aynı insan, en gelişmişleri dahil; ego tatmini ve popülizmin büyüsüne kapılmadan iletişimi, empatiyi ve toplumsal iyileşmeyi gerçekçi biçimde hedeflemekten de aciz. Empati, çok güç bir şeydir kabul ediyorum. Yapması değil de istemesi, tercih etmesi daha güç olan kısımdır. Sen kendi içindeki doğruların ve kabullerinden taviz vererek başka insanlarla köprünün yolunu döşersin. Ancak toplumların genelinde tablo şudur: Taviz vermeye gerek olmadığını düşünen birkaç popülist ses kabul görür; ve herkesin taraftar olduğu, tarafıyla nitelendirildiği; bireysel iletişimin ve anlayışın toplumsal egolarca ezildiği; bireysel varoluşa ve hikayelere düşman, aslında çok yalnız olduğumuz bir toplum. 

Eğitimsiz bir aileye ve onun hiçbir zaman belli seviyenin üzerinde eğitim alamayacak çocuğuna; kriterini eğitim belirlediğin bir piramidi neden kabul etmediği sorarsın. Farklı hikayelerce edinilmiş biasları, kompleksleri ve kıskançlıklardan doğma arzuları anlayıp, yaralara çok dokunmamaya çalışarak azaltmayı hedeflemek dururken; herkesin kendi heybesindekini haykırdığı ve asıl derdin neredeyse her zaman "toplumca kabul görmekle" sınırlı kaldığı bir insan sığlığına saplanıp kalırsın. 

Topluma dair şöyle bir iki uçlu değnek durumu da söz konusu. 

Ya kimsenin bireysel düşünceyi geliştiremediği ve topluluklarca onay ve kabuller ile tüm varoluşumuzun anlamlandırılmaya çalışıldığı; değerler ve bağlılıklara huzurunu dayamış, düşünsel olarak sığ ve istisna hikayelere yabancı bir toplum bir seçenek. 

Ya da insanların hikayelerin öznelliğini ve toplumdaki yalnızlığının farkına vardığı; öğretilmiş boş değerlerin altının dinamik ve hızlı yaşamın tabuları kırıcı etkisiyle oyulduğu ve bu insanları toplum huzurunu tehdit etmekten "filmlerdeki ölüm korkusu taşımayan kahramanın, sevdikleri tehdit edilerek kontrol altına alınabilmesi" misali alıkoyacak bir joker kartın olmadığı; bireysel anarşilerin yükseldiği bir toplum. 

Çoğu insanı, kişisel mahkemelerinin yargılarını yürürlüğe koymaktan alıkoyan şey ya dışarıdan vücuduna aldığı öğretilmiş değerler ve kabuller; ya da -kendisinin o değerleri taşıyor olup olmasından bazen bağımsız- o değerleri benimsemiş olan sevdiklerine duyduğu ortak hikaye kaynaklı bağlardır. 

***

Kendimi dünyanın tüm bu eksik ve zayıf kalitesinin parçası olmuş gibi hissediyorum. Daha iyisini bilirken, daha iyisi somut açılardan mümkün iken; idare edilmesi, razı olunması gereken defolar, pişmanlıklar ve yer yer beliren kızgınlıklar... 

Bunun uzun vadede ve hikayenin detayına indiğimizde ne kadar ulaşılması zor bir hedef olduğunu bilsem de... kendime ve aslında narsist biçimde sanırım aşık olduğum, doğallığı nedenli yetersizliklerini adil bulduğum - hoş gördüğüm varoluşuma; dünyanın vasatlığının, kusurunun bulaşmasına kızgınım. 

Kendimi; dünyanın tüm yarım yamalak yaşanan hallerini kenara bırakıp sığındığımda mutlu olduğum, hayattan maksimum keyfi almanın yollarını incelikli bir örgüymüş gibi işleyip, kanallarını anlayıp çözdüğüm; doğa ve haz'a sarılarak; insan ilişkilerinde ve etkileşimlerinde seçici olarak yaşamaya çabalayan halimi, insan müdahalesine ve hasarına açık hale getirdim. Koruyamadım. 

Eskiden çok iyi olduğumu düşündüğüm şimdi belki kusurlarımla daha averaj olacağım hiçbir şeyi anlamsal kazılarımı kullanarak yok sayamayacağım. Yukarıda dediğim gibi; gerçek her zaman biaslarından ayrık biçimde benim için orada duracak. Asıl gerçeğimize yakışır biçimde yalnız ve hüzünlü. 

***

Bu yönetilmesi gereken kusurun kabul süreci beni ağır antidepresanlara, geri döndürülse bile belki estetik ya da içsel olarak hasarlar bırakacak vaziyetlere götürdü. 

Hayal kuramamak, kurduğum en güzel hayali senaryoda dahi bu kendine ait parantez isteyen tüm bu edinilmiş defolarımın varlığı nedenli tüm hayale isteksizlik... asıl kırılımlar bunlardı. 

En başta dediğim gibi insan pek çok yerden kırılır. Her şey birbirine bağlıdır çünkü. Geçmiş de kırılır gelecek de. Ancak hayal edebilmeye, bir yerden bir gün bir ip bulabileceğini düşünmeye başlarsa yaşam devam edebilir. Yaşam sevinci gelecekten gelir. Bugüne düşen rol de gelecekte mutluluğa referans olabilecek anlar yaratılması, yaşanması... yaşama dair mutluluk ispatlanması. 

Bundan sonrasına dair çok bilinmeyenli, verisi güvenilmez bir süreç yine önümde. O nedenle hiçbir büyük ya da kesin ifade kullanamam; saçma olur. 

Tek bir şeye mecburum. Bundan daha iyisine razı olmak, belki başka bir insanın deyimiyle kıymet vermek. Hiçbir zaman olabilirdi diyeceğim kadar olmayacak; ancak daha iyisi, ya da başkası, mümkün. 

Daha somut ve daha yeni satırlara diyelim.. 


 





Akşamdan Sonra, Geceden Evvel

1- Takıntı ve uzantıları 

2- Bu yaşa kadarki hikayelerimden çıkardığım analizler 

3- Psikoloji, siyaset, felsefe, insan vb başlıklar üzerinden çeşitli konulara dair aklımda taşıdıklarım

4- Biraz mizaha yakın bir tonda gündelik konulara dair notlar 


Bugünlerde yazmak benim için bu dört başlığa ayrılıyor. 

1.başlık üzerine yazmayı en sevmediğim ancak en baskın olanı. Burayı da ele geçirdiği için artık içimden pek yazmak gelmiyor. Ancak aynı zamanda onu yazmak ve çözmek zorundayım. Buradaki en kritik ve belirleyici başlık o. 

2.başlık çok dallı budaklı; yazarken ve bittikten sonra keyif alacağımı, rahatlayacağımı düşündüğüm bir yapıda. 1. başlıkla aralarında bir köprü de var. Ekim'deki 30 yaş durağından önce ona dair bir şey yapmak istiyorum. (Aşağıda biraz anlatacağım..)

3 ve 4 ise aslında hayatımın geri kalanında yan yemek olarak uğraşmak istediğim başlıklar. 


****


Bugün yolda yalnızlık konseptini tartışan, mizah dilinde bir podcast dinliyordum. 

Aklıma eski arabesk yalnızlık ütopyam ve artist tavırlarım geldi. Attila İlhan şiirleri misali bir hayatı şairane ve dolayısıyla çekici buluyordum ve az buz değil 20 yaşlarına kadar her biri ayrı facepalm sebebi; hala FB bana hatırlatma yaptığında gördüğümü teker teker sildiğim durum güncellemeri paylaşıyordum. 

Yalnızlıkla yaklaşık son 2 seneye kadar pek de fena bir ilişkimiz olmadı. Çoğu insanın ana ve yaşama hakkını vermeden yaşadığını düşünüyorum. Hep ölçülü seçimler, yarı akılla bulunulan ilişkiler, yarım doldurulmuş bardaklar... Nasıl bu dünyada işlerin neredeyse tamamı layıkıyla yapılmaktan uzak kotarılıyorsa; anı değerlendirmede de biraz öyle durum. 

Yalnızlık ise tüm bu vasatlık tercihinden bazı fedakarlıklar ve tavizler karşılığı insanı uzak tutuyor. Daha özgür biçimde dolduruyorsun anı; insana biçilmiş olan ölçüler ve düşüncelerle sınırlandırılmıyorsun ancak her şey de biraz sessiz, hüzünlü ve yosun tutmaz kalıyor...orası öyle. 

Tabi yalnızlık fonksiyonundan maksimum getiri için sizin özfarkındalığınız, kendinizi tanımanız çok belirleyici bir faktör. Neleri ne kadar sevdiğinizi, neyin size iyi geldiğini, günün saatlerini ve sizdeki etkisini yalayıp yutmuş biriyseniz bu takas anlamlı oluyor. Kendinize dair pusulasınız hasar gördüyse ise yalnızlık diğer tercihlere göre eksi getiren bir sisteme evriliyor. 


****


Bu aralar uzun bir kitap gibi sunabileceğim; utandıklarım dair kendime dair tüm çözdüğüm şeyleri; durumumu, düşüncelerimi, takıntılarımı biraz dandun giden samimi bir günlük gibi yazmayı kafada kurguluyorum. 30 yaşı öylece bir ikinci kitap gibi kenara dökmek iyi gelir diye düşünüyorum. 

Geçen gün akşamüstü sahilde bir banka oturup öyle bir şey yazsam konu başlıkları ne olur diye bir beyin fırtınası yapayım dedim. 10 dakika içinde 4 tam sayfa madde yazmışım. 16 satırdan desek 64 madde. Sonra bisikletlere doğru giderken de 3-4 tane yolda durup ekledim. Bugün aklıma biraz daha geldi; henüz not almamış olsam da...Kıssadan hisse her şeyin aslında sabit ve kaybolmayacak kadar çakılmış biçimde aklımda hazır olduğunu deneyimlemiş oldum. 

Ancak yazmak benim için çok zor da bir şey. Zaten konu başlıklarından birkaçı da bu zorlukla ilgili. Kendimin günün hangi saatlerinde, ne kadar aç/tok, ne kadar ışık altında, nasıl ortamlarda/nasıl ortamlardan sonra daha iyi yazdığını biliyorum. Ancak bu kadar bilgi olması insanı daha da mükemmeliyetçi, zor bir karaktere çeviriyor. Sürekli elinde kırılmaya müsait bir testi taşır gibi yaşamak diye anlatabilirim bunu. Ve ürün çıkarması o kadar zor oluyor ki; yaşarken nefret ediyorsunuz hayattan. 

Tüm bu takıntıların, geçmişten gelecekten gelen hatıra ve kaygıların, insanı bağların ve hatta sosyal yaşam belirsizliklerin olduğu bu günlerde bir de kendimin o hayatımı aslında parsellemiş mükemmelik fetişizmiyle uğraşamayacağım bu kez. O nedenle ilerleteceksem dahi; şimdilik gelecek düşünmediğim; öylesine bir ilişkiyi yaşıyormuş gibi yazmaya çalışacağım öyle bir kitabı. Öyle bir şey realize olursa zaten buradan haber veririm. 


**** 


Çemberin daraldığını söyleyebilirim. Eski bildik ilaçlarımın yarar getirmediğini daha çabuk ve bariz biçimde gördüğümü ve çoğu zaman yorgun/sabırsız olduğumu. Pek inanmadığım değişim de şart üstelik. 

Neyse..

İstikrarlı şeyler yapmakta neden zorlandığımı artık daha iyi görüyorum. Her şey gibi onun da nedeni, kırılımı, var olsa da olmasa da çözümü açık. Hayatı olduğu gibi net görmek için mantarın sağladığı konsantrasyonu ya da sevişme veya bir spor aktivitesi sonrasının arınmış zihnini beklemek illa ki şart değil; yalnızlığın bir artısı da bazen o kadar çok kazıyorsun ki... geçmişte bulduklarını hatırlıyorsun. 


****


30 yaştan sonra en sertinden en yumuşak konusuna dair her şeyi konuşmak için bir podcast. En sahici korkuların gülerek anlatıldığı, en bayağı konuların o günkü en mühim şeymiş gibi konuşulduğu...öyle de bir hayal var ama şimdilik kurması güzel seviyesinde. Daha taşlar oturmadan, yeni beslenme kanalları edinmeden olmaz o iş. Neden derseniz, daha kolay; bana daha uygun, insan dahil her tablonun her saniye olan değişimini yazma işinden daha uyumlu kotarabilecek; anın dinamizmine daha yakın bir konsept olduğunu düşünüyorum.

Yes, itiraftır. Yazmak şu an kollarını açmış hazırdaki sevgili misali...bana daha uygun bir potansiyel gördüğüm anda evrimden gelme bir vefasızlıkla ona belki haber bile vermeden arazi olacağım. Biliyorum. Ya da yok ya. Haber veririm. Yani veda temalı bir yazı yazma fırsatı varken benim gibi biri bu fırsatı kaçırır mı? 

Kam on :) Buna kim inanır ? .... (Burhan Altıntop ile hayatımın gittikçe benzerlik içermesine dair bir paylaşım için ya 4. maddeyi ya da podcasti bekliyorum)






Aynalı Oda

1.Yarı

"Fular Parçalamak" benzeri bir yazı daha önce pek yazmamıştım. 10+ senede 1000'in üzerinde yazı yazdığım bu platformda arada "ağzıma geleni söyler" tipte yazılar araya kaynamıştır; ancak çoğunu geceyarısı yazıp en geç sabahına daha kimse pek okumadan yayından kaldırmışımdır. Bu kez de öyle olabilirdi ancak sabah uyandığımda bu kez silmek istemedim. Açıkçası tekrar da okumadım. Çünkü okusam çoğu kısmını "aşırı" veya "ortalama fikrimden öte" bulup yumuşatmak isteyecektim. Oysa hayli de sık yaşadığım bu iç patlamaların varlığını artık kabullenmeliyim gibi geldi. Bir ülkede zaman zaman yaşanan terör olaylarını düşünün. Bir patlama günü ülkenin ortalama halini temsil etmez evet; ama bir gerçeğidir. O ülkede istikrarlı bir huzur yoktur. Neyse, yazının kalmasının nedeni bu. Bugüne gelelim.

Bugün, kendimce bir şeyleri değiştirmeye başlayarak bir başlangıç yapıyorum. Kafamda dallı budaklı bir iç diyalog da yazılı duruyor ancak onu buraya yazmamayı tercih ediyorum. Süreç içerisinde kalıcı gülümsemeler veya en azından ilk etapta güçlenmeler içerecek gelişmeler olursa bu platform haricinde sizlerin çoğuyla zaten zamanı geldiğinde konuşuyor oluruz. 

Bir tanıdığım, hayli bir süre önce bana, göz konusu sende bardağı taşıran o damla oldu demişti. Zaman içinde kendi içimde konuyu tarttığımda buna hak verdim. Ben bir futbol takımıysam; bu takım aslında hayli uzun süredir farklı açılardan güç kaybediyordu. Beklentilerini, algısını revize ederek bir şekilde maçlarda var olabiliyordu ancak nasıl desem, bir zamanlar 3 tane gol atabilecek oyuncusu kadrosunda varken son zamanlarda bu 1'e inmişti. Kendini çok iyi tanımanın avantajıyla sonuçlar alan; kısıtlı sistem takımlarını düşünün; biraz ona benziyordu tablo; ancak işliyordu. Göz mevzusundan sonra ise sanki o kadronun tek gol atan oyuncusu sakatlanmış gibi oldu. Takım gol atmayı bırak; gol atmanın hayalini bile kuramaz hale geldi. Maçı oynamak anlamsızlaştı. 

****

Eldeki tablonun şimdiki zamana dair en özet hali bu. 

Oyuncu sakatlıktan dönemez mi diyenler olabilir. Takım doktoru çok ümitli de değil tam ümitsiz de değil. 0.75 civarı oblik astigmat ve topografiye bir daha bakmak istemediğim için detayına girmeyeceğim High Order Aberrations (HOAs) konusunda hamleler mümkün. Gündüzleri lens ile, akşamları ışık saçılmalarında gözbebeğini küçük tutmaya yarayan "Alphagan" isimli brimonidine içeren göz damlası ile problemler teorik olarak adress edilebilir duruyor ancak tüm bu senaryolarda pek çok acaba da mevcut. Ve ben bunlara yelken açmadan; şimdiki hal ile barış imzalayıp olası iyileştirmeler ilerde gerçekleşirlerse onlara artı olarak bakmak istiyorum. 

Ancak, duvara çarptığımız noktalardan biri farkındalıklar. Şu yazıyı yazarken bilgisayarın sağ kenarının daha ileride konumlanmış olmasının tesadüf olmadığını biliyorum. TVyi neden o koltuktan izlemeyi sevdiğimi, insanları dinlerken hangi açıda konuşlanmış olursam daha iyi konsantre olacağımı, gözkapağı yorgunluktan düşmeye başladığında telefona bakarken ışığın uzandığı açıyı ve başa sardıracağı acabaları vs. vs. Bir de akşam saçılmaları var. Artık tvde izlediğim karakterlerin siyah gözbebeklerinin ortasındaki ışığın saçılması bile beni olağan içeriğin dışına çekiyor. Balkona falan zaten çıkmıyorum. Herhangi bir yere taşınmayı düşünsem ilk yapacağım şey evin manzarasının bakacağı ışık kaynakları olur. 

Neden farkındalıklar dedim? Çünkü yukarıda bahsettiğim şeyler sadece bana özgü değiller. Akşamki ışık saçılmaları daha az rastlananan bir konu ancak oblik astigmat vb mevzular ile başka insanlar farkında olmadan yaşıyorlar. Çoğunluğu bu durumun onlarda yarattığı somut tercih değişikliklerin farkında bile değiller fakat ben artık neyin neden olduğunun farkındayım ve beni asıl yoran konulardan biri bu. Operasyondan sonra bu abnormalitelerin farkında değilken; İsveç'i düşük ışıkta ve gece karanlığında gezip yüzlerce fotoğraf çektim. Aralıkta bir ara her gece koşuya çıkıyordum vs. Şimdi ise perdeyi bile açmaktan kaçınır durumdayım. OKB konusu ile bu somut mevzu net bir kombinasyon yakaladı ve benim son zamanlarda yapabildiğim şey kendi ordumu geriye çekip meydanı onlara teslim etmek oldu. 

Prozac'a ufak dozlarla da olsa tekrar başlamayı da düşünmedim değil; çünkü OKB göz konusu dışında da beni çok zorlayan bir durum ancak Prozac vb ilaçlar gözbebeğinin daha da büyümesine neden olan yapıdalar. Yani şimdilik yukarı tükürsen... aşağı tükürsen... durumu var. 


2.Yarı 

Son yıllarda sırtıma çantayı atıp bir bilinmeze gitmek; ertesi gün bacağımı kaldırırken dahi önceki günün tatlı yorgunluğuyla uyanmak benim kendi ufak dünyamda yarattığım ve sevdiğim ritüellerdi. 

Ritüel dedim ama aslında bunlar benim kendime yazdığım reçetelerdi. 

Benden beklenilenlerle, umulanlarla, toplumla....zamanın kendisiyle...aslında her şeyle tam da uyuşmamış birisi olup çıkmıştım. 

Geçmişi önemserdim. Ancak o gün hissettiklerim sebep değildi. Bir zamanlar, daha hisseden daha romantik ve çocuk versiyonumu kırmamak için geçmişime sahip çıkıyordum. 

Çünkü sonraki halim hiçbir şeyin çok da anlam yüklenecek kadar değerli olmadığı sonucuna varmıştı. Ve ben, en azından geçmişte bir yerde kurulmuş yurt/ev düşüncelerinin bozulmadan kalmasını istiyordum. 

****

Büyük Umutlar ve Kafamda Bir Tuhaflık. 

Bu iki kitabın kendileri kadar isimlerini de severim. 

Birisinin ismi o genç yaşımdaki halimi anımsatıyor bana. 

Diğerinde ise son yıldan önceki halimi görüyorum. 

Yalnızlığın tehlikeli bir şey olabileceğini son yılda düşünmeye başladım. Göz vs ne olduğunu anlamaya çalışırken; olası onlarca senaryoyu ve geleceği kafamda oynatırken kendimi ilk kez böylesine "yok" hissettim. 

İnsanın hikayesi tek oyunculu olduğunda; o oyuncunun herhangi bir sıkıntısında bütün hikaye kilitleniyor. 

Burada sarmal halinde konuştuğum konular ve sosyal medyadaki hiçbir kalıcı tad bırakmayan bir yığın şey... çok yetersiz kaldılar. 

Sırtına çantayı atıp bilmediğin bir yerde kaybolmakla çözülmeyen konular var. İnsanın, kendisiyle de arası bozulabiliyormuş; bunun bende yaşanacağına ihtimal vermezdim. 

****

Yazmak istediklerimin yüzde birini oturduğumda yazamıyorum. Oysa aklımda çok fazla şey uçuşuyor. Ancak biliyorum ki; artık çok da uzun süre beklemeden; çok daha güçlü birine evrilmem gerekiyor. 

Önemsediğim, takıldığım konuların asıl ağırlıkları nedir; ne yönde değişirler; neler yapılabilir; bilmediğim çok şey oluştu. Ve aşikar ki; ölçüp hesaplayamadığım her şey benim için problem yaratıyor bu hayatta.

Ancak bildiğim şu var ki; benim şimdiki takımım, halim, özelliklerim, opsiyonlarım...yani bu versiyonum...şimdiki rakiplerime karşı zayıf kaldı; yetmiyor. Yıllarca bu oyunu oynayabiliriz ama her geçen gün, ay fark daha da açılır. 

O nedenle işte bir şeyleri değiştirmeye başlayacağım. 

Net zarar yazan alışkanlıklardan başlayarak; bir şey üretmeyen hallerime; beni sarmala muhtaç koyan değiştirilebilir takıntılarıma ve belki bir gün iplerin bende olmadığı takıntılara kadar..

Yazmanın benim için yapıcı bir işlevi olduğuna inanmadığım sürece bu tarz yazıları artık yazmak istemiyorum. 

Dünyadaki zibilyon tane konuya dair daha başka şeyleri konuşmak, tartışmak, artık sürekli kendimi gördüğüm bu aynalı odadan bir şekilde uzaklaşmak. 

****

Dün kağıt kalem aldım; bugün değilse bile süreç içerisinde hedefler, hayaller belirleyip madde madde yazmak istiyorum. Çok fazla hayalsiz, korkular içinde sönük bir yaşam formuna evrildim; bu benim hala hatırladığım eski halime hiç benzemiyor. Hayal kurmadan, öylesine yaşamak bana uymuyor. Evet korkuyorum; ama bir şekilde bir şeyler yazacağım o deftere. 

Blog vb uzun süredir denenmiş ancak "yeni bir şey" sunmakta başarısız kalmış uğraşları ise askıya alıyorum. 7 ay sonra 30. yaşımda olacağım. Şu gidişatı, şu gerçeklerle çevriliyken; mutabakatı bozulmuş yalnızlık da katkılı şu kırılgan versiyonuyla; aynalı odasında izleyip bekleyen tipe seyirci falan kalamayacağım. Yaşamla insanın arasındaki ilişkinin böyle olması kabul edilebilir şey değil. 

Umarım daha eğlenceli, daha zengin mevzularla; daha yaşama dair anları beklediğimiz bir yerlerde buluşalım. 










"The sky may fall on your head tomorrow, but tomorrow never comes."

İzmir'deki babaanne evinde salonun ortasına büyükçe bir masa taşıdım. Perdeleri çektim; telefonu kapadım. Babaannemden rica ettim; hava kararıncaya dek; yani kabaca 6-7 saat salonu bana bıraktı. Sokağa çıkma yasağı var; eve kimse gelip gitmez. Yani neredeyse her şey, laptobun çıkardığı biraz yüksek fan sesi hariç; olabileceği kadar iyi. 

Çok çok uzun zamandır yazmak istiyorum. Her şeyi döküp düşüncelerimden temizlenmek için. İstanbul'da birkaç kez Pera'da bir otelde kaldım. Yazmak için kaldım ama pek istediğim gibi verimli olmadı. Geçtiğimiz hafta İzmir'e geldim. Yalnız kalabilmeye; artık yalnızlıkla problemi olan biri olmama rağmen çok ihtiyacım var. 

Bu yazı öncekilerden biraz farklı ve olası ki çok uzun olacak. Okuyucuyu hiç hesaba katmadan; çok detay ve kişisel şeyler onun ilgisini çeker mi çekmez mi diye düşünmeden; filtresiz ve akış halinde bir yazı planlıyorum; ya da daha doğrusu yazmayı umuyorum. 

Çok fazla konu var. Bağlantılarını yazarken akışın kendisi ayarlayacak; kıssadan hisse ortalamaya nazaran daha dağınık bir şeyler ortaya çıkacak. Saat şu an öğlen 1, en geç 7.30'da bu yazıyı sonlandıracağım.

Yine de yazma işinin kendisine dair şu notları düşmem gerekiyor. Burada yazacağım ne olursa olsun en güçlü biçimde içimden geçenleri anlatması imkansız. Çünkü ben, günbatımlarındaki halimin, yani buradan çıkıp Karantina sahilden Göztepe Köprüsü'ne yürürkenki halimin şimdiden ne kadar farklı ve güçlü olduğunu çok iyi biliyorum ancak o süreci zamansal açıdan bir yazıya dökmek olanaksız. İçimin en yazıya elverişli olduğu o kısa saatin sonrasında net biçimde aklımın daha az çalıştığı ve düşüncelerimin karardığı akşam saatleri başlıyor. Ve tam da bu nedenle, o versiyonum hep yazılmamış kalıyor; kalacak.

****


Hatay Caddesi'nin şimdi nasıl tarif edeceğimi bilemediğim bir sapağından aşağı indiğinizde yolun sonunda İTK sağ çaprazdan size bakıyor olur. İşte o manzara benim çocukluğumun en net tablolarından biri. Bizim servis oradaki köşede dururdu. Önce o günlerde hoşlandığım (aslında sürü biçiminde sınıfça hoşlandığımız) kızla servisine kadar yürür; sonra tam terste kalan yerdeki kendi servisime dönerdim. Bizim servis o kalabalıktaki son kalkan servislerden olurdu; o nedenle biz de arkadaşlarla merdivenlerde o manzaraya bakarak oturur; o günlerde çok önemsediğimiz hayallerimizden konuşurduk. Tabi o zamanlar okulun manzaranı kocaman bir katlı otopark kapatmıyor olurdu; önümüz bomboş bir arsaya bakardı. 

O günlerden sonra İzmir'e yirmi kez geldiysem, yalnız ya da başkasıyla fark etmez, her seferinde o yoldan aşağıya bir kez yürümüşümdür. Ben o yolu neden her seferinde yürüdüğümde iyi hissettiğimi bugün baktığımda çok iyi anlıyor olsam da; olası ki yanımda yürüyen insanlar bu ritüelin bendeki tam karşılığını tam ölçüsünce anlamakta güçlük çekmiştir. Ancak zaten, herkesi herkesi sadece bir yere kadar anlayabilir. 

****


Arkaya yaslanıp bakıldığında yaşamı doya doya yaşamak konusunda pek iyi olmadığımı söylemek zor olmaz. Ancak son 1.5 yıllık süreç benim normalimin de ötesinde bir dip halini anlatır. Düşüşleri bilirdim de bir sonraki pazartesi ya da bir sonraki ay tekrar yükselemeyeceğimi bu son süreçte bu boyutta ilk kez düşündüm. 

Son 1.5 yıllık parça, yazmayı aslında en sevmediğim kısım. İlk kez tam analizini yapamadığım, hem olası cevapların hem de bilinmezliklerin beni bir ipte yürüyormuşum düşüncesine hapsettiği; mahkemesini kuramadığım; ipleri elimde tutamadığım bir dönem. 

Bu dönemin endişelerinin ve ümitsizliğinin ciddiyetini hesaplamaya çalışırken kendimi zihnimde pek çok geçmiş yollarda dolaştırdım. Kendime; eski hatalarımı, pişmanlıklarımı, başkalarına kıyasla düştüğümde kendime hep daha fazla zarar verme eğiliminde olduğumu gösterdim. 

İnsanlarının çoğuna göre kusura daha tahammülsüz olduğum ve olayları 1'ken 2 ya da 3 gibi kabul edip o ölçüde üzüldüğüm doğrudur. Ancak bunun çok daha değişebileceğine pek ikna olmadım. İnsanların önemli bir kısmı; sadece kusurlarda değil diğer pek çok şeyde detayların etkisinin farkında olmuyorlar. Bir şeyi maksimum keyifle yaşamayı da bilmiyorlar/kovalamıyorlar; yoksunlukların onlardan götürdüklerinin de farkında değiller. Bu yazdığımın bir eleştiri ile pek alakası yok; çünkü ben kendimi çeşitli nedenlerle içinde bulduğum farkındalıkların, bana zararlarının yararlarının çok ötesinde olduğunu söylebilirim; özellikle de yeni karşılaştığım gücümün belki de yetmeyeceği durumlarda. 

Buradan biraz bilgi-romantizm ilişkisine geçelim; ilerde buraya tekrar döneriz. 

****

 

Bir seferinde o günkü kız arkadaşım bana "millet seni dışardan yazı vs yazıyorsun diye romantik falan sanıyor; bir de bizim ne ile uğraştığımızı bir bilseler" benzeri bir şey söylemişti. 

Oysa o, aslında sonrakilere kıyasla romantizm açısından daha şanslı bir dönemime denk gelmişti. Onunlayken henüz sadece ilişkilere değil insan tabiatına dair anti-romantik diye nitelendirebileceğim düşüncelerim henüz sonraki keskinliklerine ulaşmamışlardı. O günlerde daha çok kabullerim/düşüncelerim ile tabiatım arasındaki uyumsuzluktan dolayı şaşırıyor; şaşırdıkça düşünüyor ve insanın olmak istediği roman karakterlerinden ne kadar uzak olduğunu görmeye başlıyordum. Bir ara dönemdi. Ve o ara dönemde ben ilk kez ikilemler yaşayıp kararlar alacak ve ilk kez büyük çuvallayacaktım. 

Gençliğin belki de en güzel yokuşunu çıkıp; zirvede birkaç kez çoşkuyla turladıktan sonra paldır küldür aşağı yuvarlanma hikayesidir sonradan olanlar. Bendeki etkisi ise çok sert olmuştur. Çünkü doğru olduğu söylenenle, beni mutlu edenin her zaman aynı şey olmayabileceği düşüncesine ilk kez o zaman rastladım. 

Analojisini hayli ilkel biçimde yapacak olursak zirvedeyken ailemin sesini duyup aşağı baktım. O kadar yukarıya çıkmış olmamın hem benim için hem başkaları için çok tehlikeli olduğunu, düşünmeden sorumsuzca hareket ettiğimi ve en çok değer verdiklerimi riske attığımı söylediler. Onlar haklıydılar; zirveye çıkarken pek de düşünmemiştim; ben ise yaşımın da getirisiyle zayıftım ve cahildim; düşünmeden ve kendini dinleyerek tutkuyla yaşadığın anların tüm endişelerden daha büyük olması gerektiğini henüz ne onlara ne de kendime söyleyecek bilinç ve cesarette değildim.

Bugün dönüp baktığımda hala o yokuşun dibinde o çocuğu görüyor ve içimde birkaç tel üzülüyorum. İnsan o yaşlarını hiçbir şekilde dönüp tamamlayamıyor. 

Benim kendi içimde birden fazla insan oluşturmam ve içimin artık çok sesli bir meclis gibi bir yapıya dönüşmesi bu hikayeyle başlar. 

Yarattığı tüm iç sorgulamaları şimdilik, biri hariç, bir kenara koyuyorum. O biri de şu; ben herkesten daha çok bir şeyin üzerine titredim; iyi ve doğru olmak için hatta kendimi karşıma aldım; ve elimde kalan sadece daha büyük bir eksiklik ve pişmanlık duygusu oldu. Hayatın adaletine ve neyin değerli olduğuna dair tüm bildiklerim ilk kez bir türlü yerine oturmadı. Sonraki dönemi de aklımdaki o "nasıl olmalı" kitabını bu kez kendi elimle tekrar yazmaya çalışmamın yansıması yıllar oluşturdu. 

****


O yıllara dek romanlardaki geriye dönüş ve kalıcılık konseptlerini fazlasıyla değerli ve şık buluyordum. Ancak kendi hayatımda benzer bir hikaye ihtimaliyle karşılaştığımda bu hiç de hoşuma gitmedi. Hayaletlerle yaşamak için insan doğası fazla dinamik ve aslında kabul etmek istemesem de.. basitti. Geleceğin özgür olması insanı taze kılarken, geçmişin kırılganlığı sadece korkutuyordu. 

Yaşamakla eksilmek arasındaki bağlantıya da ilk kez o yıllarda kafa yormaya başladım. Zamanın ileri bir noktasında bir sokağa döndüğünde orada geçmişini bulamayacağını; ben dahil tüm insanların değiştiğini ve yaşanmış/yaşanmamış hiçbir anın tekrarlanamayacağını/tamamlanamayacağını biraz da üzüntüyle anladım. 

Eksilmek. Bu kelime sonraki insan ilişkilerime dair anahtar kelimelerden birini oluşturdu. Kendime uymayan biçimde hep bir yönden parçalı birine evrilmiştim. Aklımın tek bir evi yoktu. Anın içinde dahi kendimle yalnız kalamıyor; sürekli "ruhen tek" olduğum sokaklardaki halimi hatırlıyor; aradaki yalnız kalıp yaşamı ve zamanı gözlemlediğim süreden yadigar farkındalıklarımın baltalamaları eşliğinde "anın inancına" karışmaya çalışıyordum. Ama bir türlü; o eski, daha tek ve saf halim olamıyordum. 

Hayatı romanlardan ve inançlardan çıkarıp sanki bir matematik işlemiymiş gibi masaya alıp koyduğunuzda oyunun tadı hayli kaçıyor. Yanılmıyorsunuz ama yaşarken keyif de almıyorsunuz. Zaman içinde pulları dökülüp yalnızlığımdan bana kalan insan ilişkilerine ve duygularına sahne arkasını gördüğün bir piyesi izler gibi bakmaktı. 

Neyse.. burada fazla gevezeliğe başladım. Oysa o kadar zamanım yok. 

****

 

Sonrası. 

Sonrasına dair çok dal var; ancak ben daha çok "gelecek" düşüncesine dair yazmayı seçiyorum. 

Anın içinde "tam" olamayacağım düşüncesiyle yaşamak imkansız bir şeydi. Ben de tamamen özgür olacağım bir gelecek düşüncesini alıp hayatımın baş köşesine koydum. Aslında bu hayal benim en eski hayalimdi. Çocuk romanlarından beri hep denize açılıp uzağa gitmeyi, maceralar yaşamayı ve sahipleneceğim bir hikaye sahibi olmayı arzu etmiştim.  

O kadar eski bir hayaldi ki bu; en çocuk yani en güçlü halimden besleniyordu; eksilmeme kusursuz bir cevaptı. Sonradan uzun süre birlikte olduğum kız arkadaşıma da yurtdışına giderken neden ayrılmamız gerektiğini düşündüğümü anlatırken o hayalden bahsediyordum. Kişilerden bağımsız; benim geçmişe bir daha dönüp bakmayacağım bir gitme hayaliydi ve bileti tek kişilikti. Sonradan istediğim geleceği kuramadığımda dahi; o ayrılığa dönüp hiçbir zaman pişmanlıkvari bir hüzünle bakmadım; çünkü öncekinin aksine o yol ayrımında kendi hayalime sahip çıkmıştım; ve başka bir insanın hayalinden devam etmeyi seçseydim hiçbir şartta mutlu olamayacağımı biliyordum. Yani en azından bu kez hatayı en başta yapmamıştım. Kendi seçtiğim oyunumda kaybetmiştim. 

Bu konunun devamına dair blogda ve Finlandiya kitabında binlerce satır zaten yazdım. O nedenle bu yazıda pas geçiyorum. 

****


Bu noktada araya bir tane, daha önce blogda dahi hiçbir zaman anlatmadığım bir konuyu almak istedim. Yakın zamanda başka birkaç insandan da benzer süreçler dinledim ve hayattaki çoğu şey gibi dışarıdan oldukça yanlış yorumlanabilen bir durum olduğu için; ve blogun işi biraz da bu tarz konuları yazmak olduğu için… neyse; mevzubahis konu duygu bozukluğuna bağlı yemeğe vurma hali.

Master sürecindeki iç kayıplarımın yasını kabaca 35 kilo alarak tutmuş; toparlama dönemini ise ancak İzmir’de kendime dış dünyaya kapalı; yalnız, sadece yürüyüş ve kitap yazmaktan oluşan bir dönem icat ederek yönetebilmiştim. Rahatça itiraf edebilirim; son beş-on yılda hayata dair en büyük yanılgımı o toparlayıştan sonra bir daha böyle bir “dağıtma” dönemini imkansız görerek yaşamış oldum.

Göz mevzusuna dek kendi içimde çözmem gereken en büyük konulardan biri master konusu olmuştu ve o konuyu kendi içimde mutabakata bağlayıp tekrar sağlıklı halime üstelik herhangi bir fiziksel deformasyon yaşamadan döndüğümde kendimi neredeyse yenilmez hissetmiştim. Yalnızlığımda mutluydum; yani hayatım kötü gitse dahi, ki zaten gitmişti/gidiyordu; ben elimdeki kartlarla ve o kartlarla oynayabileceğim gelecek düşüncesiyle kendimce anlaşmıştım.

Yalnızlıktaki huzurlu halimin tehdit edilebileceği, doğamla aramın bozulabilecek başka bir şey olabileceğini gerçekten öngöremedim. Öncekinden çok daha büyük düştüm; ve bu kez 45’e kadar çıktı hasar. Üstelik geri inişi başlatmış olsam da ne istikrarım ne inancım önceki gibi tam değil; bu kez çok daha fırtınalı bir yolda ilerliyoruz.

Şimdi daha genele gelelim… insan kendine bunu neden yapar?

Başkaları adına konuşamam ama bendeki versiyonunun yüzde bir dahi açlık vb normal yemek ihtiyacı oluşturan şeylerle alakası olmadığını söyleyebilirim. Metabolik de bir durum yok; diyet falan da değil normal insan gibi yaşadığım herhangi bir gün tartıda -1 yazıyor. Yani durum tamamen akıldaki problemlerle alakalı. Ancak akıldaki problemler herhangi başka bir problem kadar zor çünkü zaten kolay olsa bu çukura; üstelik ikinci kez düşmezdim.

Konunun bir başlığında şartlanmalar/alışkanlıklar var. Şöyle ki çok yakın bir zamanda bir tanıdık benden bir yardım istemişti. Yardım etmeye çalışırken yeterliliğime dair biraz strese kapıldım ve aklımdan tek bir şey geçti; yemek yemeliyim. Tek bir lokma yiyemeyecek kadar tok olduğum ve bu durumu artık bildiğim için yemek yemeye çıkmadım ama o dürtünün bu kadar saf kendini göstermesine de tekrar şaşırdığımı hatırlıyorum.

Zaten tok olan bir insanın, düşünmekten uykusu gelmediği için gece 2’de McDonalds’a gidip yiyebileceği maksimum siparişi vermesinin arkasında yatan şey ne? Topu topu 15 dakikalık bir haz için insan kendisine zarar vermeyi neden seçer?

Sanırım öncelikli cevap “başka bir yol bulamadığı için”. Bir sarmalın içinden çıkamıyorsunuz; çevreden gelen ya da kendi bulduğunuz tavsiyeler/cevapların hiçbirinin o takıldığınız/üzüldüğünüz konuya dair tam bir çözüm olmayacağının farkındasınız. Korkunç bir salınım ve çaresizlik hali. Oysa bir hamle yapmanız gerekiyor. Artık çözümsüzlüğe ve umutsuzluğa tahammül etmek istemiyorsunuz. Ve sonraki o günkü o büyük değişimi başlatmadan önce kendinizi son bir kez yere çakmak istiyorsunuz. O büyük günden önceki grand finale kafasının etrafta gördüğünüz çoğu obez insanın zihninde sık sık yaşandığını düşünüyorum. Bu yere çarpmanın büyük olması gerektiğini düşüncesine bakarak kişinin kafasında konuyu ne kadar büyüterek yaşadığını da anlayabilirsiniz.

Cevabın bir diğer dalı; yemek konseptini nispeten uyuşturucu olarak görmekle alakalı. Anın boşluğu ve sorunun çözülmemiş biçimde havada asılı olarak kalmasını gündemden düşürmek için kişi kendisine, bir geri dönüş de sunan yeni bir kısa gündem ediniyor. Bu oldukça trajikomik bir durum. Ben o günkü onuncu öğün olacak olan sabah 3 öğününe ulaşamadığımda ee bu gece nasıl geçecek; kafayı yiyeceğim diye endişelendiğimi hatırlıyorum. Özetle sorunu uyuşturucaya kısa süreli boğdurma dalıydı bu.

Bir başka dal, hayatın adaletsizliğine ve sende açtığı boşluğa cevaben kendince oraya bir haz cevabı koymak denebilir. Sanki şey diyorsun; buna karışamazsın hayat. Senden şunu şunu şimdilik geri almanın yolunu bulamıyorum ama sen de benim şu anki aktiviteme karar veremezsin; bulabildiğim en kolay hazzı yaşayarak bu anı geçiriyorum. Burada dipnot olarak; hayatla insanmış gibi iletişim kurmanın, ego yarıştırmanın gerzekliğinin ben de farkındayım ancak insanın hayatını o kontrol etmiyormuş gibi hissettiğindeki o ilkel ve kontrolsüz isyan dürtüsünün gücünü hatırlıyorum.

Aslında yukarıdaki paragrafa da eklenebilecek olan bir başka dal ise; hayatta arzu edip de gerçekleştiremediğimiz tüm mükemmelliği yemekte en azından teoride yaşayabilmemiz. Yani ip sende ve masada neler olması gerektiğini düşünüyorsan tam olarak da onları sipariş verebilirsin. Reel hayatta ise bu tarz tanrı modu açıp, risklerden arınmış biçimde aklındakini yaşayabilmen çok nadir gerçekleşiyor.

Son olarak ise; bu aslında en kötüsü… abartılı yemeyi bırakıp sağlıklı biri olduğun senaryolarda dahi mutluluk göremiyor olman.  Yani süper fit olsam dahi ne yazar, şu şu problem çözülmediği sürece düşüncesi…

Bu yukarıda yazdıklarımın genelde birden fazlası eşzamanlı olarak insanı vuruyor. Bendeki iki ana süreçte farklı dallar ön plana çıktı. Ancak dediğim gibi bunlar kişiye göre, hatta duruma göre değişiyor ve en azından benim gözlemim ciddi durumlarda neredeyse her zaman olay psikolojik oluyor. Zaten yukarıda yazdığım şeyler metabolik durumlar nedenli 5-10 kilo fazlayla yaşayan insanlara dair değil.

****


Yukarılarda bir yerde eksilmek demiştim. Tabi orada kastım daha başka anlamlar ağırlıklıydı ancak fiziken kötülediğinizde aynadaki yansımanız da o duyguyu somut biçimde yüzünüze vuruyor.

Sen artık “prime” zamanında değilsin diyor. Herkes yaşlanır ama sen daha çok eksilerden ekledin kendine ve dünyanın en iyi fırsatları da eline geçse sen artık bu hayatı sen faktöründen dolayı arzuladığın kadar iyi puan toplayarak yaşamaya uzaksın.

Çok daha iyi versiyonların vardı senin. Daha cahildin ancak bu seni bazen daha güçlü bile yapıyordu. Bir anı tam değerlendirmeye, tam yaşamaya daha uygundu zihnin; daha az kalabalıktı.

Şimdi ise eksildin. Üstelik hepsini toparlayamayabilirsin. Kendini değiştirirsin ve hedeflerini küçültürsün ala; ancak bu hakikati değiştirmez.

****


Yukarıdaki kısmı biraz geçiş basamağı olarak yazdım. 1.5 yıl önce göz çizdirme mevzusu ve sonrasında benim kendimi salıp her açıdan hayatı bırakmamın ucundan özeti.

Hayatta mutlu olmadığım; eğer tercih bende olsaydı fişi çekip bu simulasyondan çıkardım dediğim dönemler sıkça oldu. Yaşadıklarım kafidir diyerek; ve filmin bundan sonraki kısımlarını daha az beğeneceğimi düşünerek; minimal bir dramayla gitmeyi istedim mi; pek çok kez. Ancak bunu son sürece kadar hiç ciddiye almadım. Çünkü hayat için elinden geleni yapan başta ailem sevdiklerimin olayı çok daha ağır alacağını ve onlara hayat boyu üzüntü oluşturacağını farkındaydım. Yani hakkım yoktu diyelim. Üstelik son toparlayıştan sonra anlamsız da geliyordu. Yemek yemeyi, güzel kadınları, güzel sokaklarda dolaşmayı, sinemayı, kitapları, anılardan bahsetmeyi, insanlarla oyunlar oynamayı, muhabbet etmeyi seviyordum. Yani anlam açısından biraz eksiktim de görsel/tensel/tadsal açıdan kanallarım vardı ve tüm tabloya baktığımda e bunlar için yaşanır diyordum. Üstelik hayalgücüm de yerindeydi ve özgürdü. Hiçkimseye bağlı değildim; geçmişle defterlerim büyük ölçüde kapanmış; hayattaki herkesin uğraştığı konuları da biraz yoluna koyduktan sonra her türlü geleceğe açıktım; belki de daha önemlisi hepsinin hayali de benim zihnimde mümkündü; yani benim algıma göre hepsine belli oranda sahiptim.

Beyoğlu sinemasında aynada kendime baktığımı hatırlıyorum. Bir yaz günüydü. Daha operasyondan falan önce. Hayatımda yazdığım ve üç beş arkadaş dışında kimseye okutmadığım bir amatör kurgulu kitap dışında bir şey yoktu. Yalnızdım, sorularım da vardı. Ancak aynı zamanda özgürdüm; kendimle ve hayatta yaşamış olduklarımla barışmıştım. O gün tüm caddebostanı boydan boya yürümüş; sonra sahilden istiklale geçmiş ve ilkini sevdiğim bir fransız filminin devamını çekildiğini görünce bilet almıştım. Hayatın tam ortasında duruyordum ve kendimi iyi hissediyordum. Biraz sonra gireceğim filmin diğer her film gibi beni normal insana göre fazlaca etkileyeceğini ve düşüncelerimde bırakacağı yeni tadın o akşamımı yaşamaya değer kılacağını biliyordum. Çünkü kendimi ezberlemiştim. Nelerden tad alıp, nelerle hayatı doldurup neleri idare etmem gerektiğini adım kadar emin biliyordum.

O gün sinemaya giderken sanırım en son yurtdışında 4 yıl önce gördüğüm eski kız arkadaşımı gördüm. Benim patlayan ve üzerine bir kitap yazarak anca yasını kapattığım hayalimi yaşıyor; yurtdışında tanıştığı yeni sevgilisine İstiklal’i gezdiriyordu. Onlar beni görmeden yolumu değiştirip ara sokağa sapmıştım. Neden? Bilmiyorum. Her şey çok içiçeydi. Yurtdışında hatalı masterı seçerken ve sonraki süreçte etrafımdaki faktörlerden biriydi; benim hayalimi gerçekleştiriyordu (üstelik sanki zamanında birlikte yürünülen sokakta başkasıyla flört etmesi tuhaf ve anlamsız bir tür vefasızlık hissi yaratmıştı bende); ve kağıt üzerinde benim çok da süper bir hayatım yoktu.

Ancak işte sonradan filmi izlerken konuyu tartıp; sinemanın aynasında kendime baktığımda şunu düşünmüştüm; hayatımdaki kağıt üzerindeki tüm olumsuzluklara rağmen ben iyiyim. Kendimi beğeniyorum; hayattaki bir çok şeyi güzel buluyorum ve o nedenle geleceğe dair umutluyum. Öyleyse kaçınmak saçmaydı. Eski bir arkadaştan bir fazlası biçimde basit bir konuşmayla artık bu 4 yıllık tabu yıkılmalı ve geçmiş daha da fazla nefes almalıydı. Neyse, gittim bunları o gün onlarla gezen bir ortak arkadaşımızdan aldığım bilgileri de biraz izinsiz kullanarak aradım buldum. Sandığım gibi basit bir konuşma olmadı; herkes tedirgin kaldı. Benim ise son hatırladığım ortamın hiç öngöremediğim tuhaflığını biraz normalleştirmek için onlara gidip yan kafede teoman dinlemelerini tavsiye etmem oldu. Bunu anlatırken hala gülüyorum; ex falan da olsa insanın yıllarca çıktığı kız arkadaşı ve yeni boyfriendine gidin şurası daha romantik diye mekan tavsiye etmesi nasıl bir olaydır. Neyse bu olaydan kazandığım gavat badgeimi kaydadeğer hatıralarım arasına koydum. Yeri gelince hala gülümsetiyor. Sonra gidip kız bir de o çocukla evlendi bu arada; sanırım Teoman tavsiyem iş görmüş.

Neyse konuya dönüyorum. Tüm bu olayı neden anlattım? Çünkü bildiğim normalle aramdaki mutabakatın sınandığı ve barışın sağlam olduğunu görüp mutlu olduğum olaylardan bir örnekti.

****


Göz operasyonu ile kırılan işte bu mutabakat oldu. Hayattaki şöföre yani kendime dair bilgim kaykıldı; üstelik varsayımlarının neredeyse tamamen negatif yönde olduğu gerçeği var.

Hep aynı noktalarda takılıyorum. Bana:

Tüm şeklini şemalini tekrar düzelttin. Başarılar maddiyatlar her şeyi yoluna koydun. Dünyanın en beğendiğin, sevdiğin.. neyse artık kadınıyla sınırsız süre için dünya turuna çıkabilirsin deseler ben eskisi kadar mutlu ya da tatmin olmayı başarabilir miyim? Yoksa her senaryoda karşıma yine o şu da olmasaydı çok daha güzel olabilirdi bu an, bu manzara vb takıntısı mı çıkacak?

Hayal kurmakta sıkıntı yaşıyorum; aslında özet bu. Aklımda çizdiğim en güzel senaryolarda dahi eskiden mümkün olan potansiyel tatminimin altında kalacağımdan endişeliyim. 

O aynada kendime bakarkenki gibi geçmişi geride bırakıp düşünemiyorum; çünkü geçmişten kalma hasar benimle geliyor.

İşte tam da o nedenle insanlar ne derse desin, bu konuyu yok sayıp hayatıma devam edeceğim diye yanıtlamıyorum onları. Görselin benim için önemli ve belirleyici olduğunu ve hayatta bu konuya dair bir hamlem olacaksa onu yapmam gerektiğinin; bunun kendi gerçeğimi yok saymamam için önemli olduğunun bilincindeyim. Sadece canımı yakıyor diye bu konuya eğilmekten kendimi alıkoyarsam bu benim algımda layıkıyla yaşamı seçmek olmuyor.

Astigmat,astigmat aksleri/göz asitmerisi ve gece görüşünde ışıklarda yıldız hali.

Gece konusunu göze karanlıktan önce damlatılıp gözbebeklerinin büyümesini engelleyen bir damla ile belli ölçüde yanıtlama imkanım olabilir; bunun uygulamalarına dair okudum. 

Günün genelini etkileyen kısım aks ve focus kısmı. Gözlük taktığımda hafif bir çekme hissinden dolayı sağ taraftaki 30 derece civarında olan astigmata dair sorularım hala var. Çünkü orjinali topografide hala görüldüğü üzere 10 derece idi. Yani olası bir lens kullanımıyla olayı daha iyiye götürebilir miyim; veya göz yüzeyi optan sonra bunu kabul eder mi vs sorulara rağmen o da gelecekte beni bekleyen bir hamle.

Asimetri dediğim ise şöyle bir saçma durumdan ötürü mevzubahis. Ne zaman önceki günlerde içki de içeren yüklü bir gıda tüketim yapsam; gözle ilgili temel sıkıntılarımdan birinin çözüldüğünü düşünen bir sabaha uyanıyorum. Normalde biraz daha yuvasına batık gibi görünen sağ gözüm sol göz kadar öne gelmiş oluyor ve hem tek hem çiftli baktığımda açısal şikayetim bence ortadan kalkıyor. Ancak o günlerde genelde tansiyonu ölçsem yüksek çıkıyor ve beni daha iyiye mi daha kötüye mi yoracağımı bilmediğim bir durumla bırakıyor. Sağ gözdeki op sonrası arttığını düşündüğüm kapak düşüklüğü de teorileri çeşitlendiriyor. Operasyona yüksek tansiyon /şiş gözlerle girip ölçümleri mi etkiledim diye bile sorguladım ancak bulduğum kaynaklarda hipertansiyonun böyle bir ölçüm riski oluşturduğundan bahsetmiyor. Tansiyon, vücudun su tutması, kapağı tutan kasla ilgili durumlar. Bunların hepsi odanın bir köşesinden başını bana çevirmiş sırıtıyorlar. Ve bu konu da ümidi yaşayan ancak kötü açıklamalara da açık bir halde köşesinde gelecekteki hamleleri bekliyor 

Peki neden bu hamleler bekliyor? Çünkü iyi bir savaş başlatmadan önce kendimi daha güçlü ve istikrarlı hissetmem gerekiyor. Hayatım daha çok odaklı olursa daha az kırılgan olabilirim ve o zaman biraz da bilgisayar gibi soru sorup aldığım cevaplara göre diğer hamleye geçebilirim. Ancak tüm bunlar için dediğim gibi alabileceğim negatif cevapların beni daha az kırma gücü olacağına inanmam gerekli.

Fikrimi sorarsınız konuyu biraz daha iyiye taşımak için ihtimal görüyorum ancak tamamen çözümün de mümkün olmayacağı görüşüne yakınım. 

****


Yemek, duş tamam; yeşil çay hazır. At son düzlük (2.5 saatlik) için hazır.

Bu yazıyı yazmaya başlarken aklımdan geçen konulardan çok azından bahsedebileceğimi şu saat itibariyle artık kabullenmiş durumdayım. Bu kadar gelişigüzel yazdığım pek olmamıştı daha önce.

Ancak içimdeki temel ikilemin farkındayım. Yazmam gereken konuyu uzatmak istemiyorum; yani göz mevzusunu. Çünkü çok sıkıcı; üstelik en ince detayına kadar 20 sayfa kafamdaki soru cevapları yazsam sizin ya da benim elime ne geçer? Yine de sadece diğer konuları yazsam asıl gündemimden hiç bahsetmemek saçma bir hal oluşturuyor. İşte o nedenle her şey biraz ortada, biraz havada asılı bu yazıda. Biraz daha aklıma yatan kısım ise konunun psikolojik bir bağlam içeren kısımları olursa değinmek.

Son aylar diyebileceğim kadar uzun bir zaman zarfında kendimin bir tür kaçışta olduğunu fark ettim. Karanlık çöktükten sonra hiç dışarıya bakmıyordum; dışarıya çıkmıyordum. Işık saçılır endişesiyle laptop şarjı yere bakar biçimde yatağın altına saklıydı. Televizyonun ışık noktasının önüne bir şeyler çekmiştim. Hatta Pera’da kaldığım otelde dahi tvnin önünü banyo terlikleriyle kapatmıştım.

Ancak çember daraldı. Gece telefona bakarken her an astigmat ve gözkapağı kaynaklı uzayan ışığın açısına dikkat etmeye başladım. Ondan kaçınmak için ne yapabileceğimi düşündüm vs ancak bana çok kısıtlı bir yaşam alanı kaldı ve açıkçası sürekli bu tarz tedirginliklerle yaşamanın sonu olmadığını düşünmeye başladım. Takıntılı insanların gittikçe kendilerine izin verdiği çemberi ufaltmaları gibi bir seyir izliyor her şey.

****


Oysa ben buraya başka konular yazmak istiyorum. İnsanlara başka şeylerden bahsetmek. O eski düşünmeyi bir anda sallayıp sınırsız hayal kuran halimle muhtemelen hiçbir zaman yaşamayacağımız hayallerin ve durumların kritiğini yapmak.

Siyaset ve futbolda ne kadar ilkel bir yönetimin sürüyü gütmeye yeterli olduğundan konuşmak, sonra o sürüye biraz da kapılıp mevzuların goygoyunu çevirmek; sonra sosyal medyada tüm insanların ne kadar ukala, linçsever olduklarına dair bir söylev çekip; insanların konulara dair hassasiyetlerinden ziyade kendi egolarının okşanması ve onaylanma ihtiyaçlarının peşinden koştuğuna dair kabaca herkesin baş sallayacağı cümleler kurmak.

Gelecek yaza, gelecek yıllara, bir gün gidip görebileceğim ülkelere dair hayaller kurmak. İnsanlarla başımızdan geçenlerin şakasını yapmak. Ve eskisi gibi hiçbir şeyi aslında çok da umursamamak.

Kabaca bunlar ve birkaç şey daha.

Bazı konularda çok farklı hissediyorum. Bazı konuları ise artık tüm çıplaklığıyla konuşmak istiyorum.

Hayatım boyunca insanların duvarlarını anlamakta gerçekten sıkıntı çektim. Bunu empati yönünden bir tür gelişmeme hali olarak da görebilirsiniz çünkü nedenlerini bir noktadan öteye gerçekten anlayamıyorum.

İşyerlerinin ciddi ortamlarında insanların yanındakiyle nasıl iletişim kurmadan yaşayabildiğini; defolarını neden ve nasıl sakladığını, mahremiyet dedikleri şeyin kapsamını… bunların bende karşılığı hala oluşmadı. Nasıl günün yarısından fazlasını kendimizi saklayarak, farklı maskeler takarak yaşamayı seçmiş olabiliriz; bu samimiyetsiz yaşam alışkanlıkları nasıl normalleşmiş olabilir?

Veya hatalarımız, defolarımız. Neden bahsetmek bu kadar zor geliyor bize? İnsanların ilgilenmediği durumları bir kenara bırakarak söylüyorum. Çoğu insan için çuvalladığı bir şeyi anlatmak, o şey ne kadar insani olursa olsun, çok zor gibi.

Oysa benim kafamda hep şöyle bir sahne dolaşıyor. Herkesin bir zamanlar çocuk olduğunu, bu dünyanın bir yerindeki bir ilkokuldan aynı salaklıkları ya da çocuklukları yaparak mezun olup büyüdüğünü düşünüyorum. Ve herkes bir şekilde kendine tutunma noktaları bulup sonuna kadar yürümeye devam etmeye çalışıyor sonuçta hayat dediğimiz özetinde bu. Böyle bir durum varken biz nasıl birbirimize bu kadar uzak, bu kadar mesafeli ve yalnız olmayı seçiyoruz?

Sosyal mesaj veren Hakan Taşıyan gibi hissettim kendimi ama samimi olarak neden çekiniyoruz? Neden insan duvarlar örer? (Saat 9’u geçti; dedim size iq yerini başka şeylere bırakıyor)

Hayatımın önemli kısmını geçirdiğim yalnızlığım boşuna değil. Evet kendimden de başkalarından da beklentilerim çok yüksek; ve bu her şeyi zor kılıyor. Kendimi de sürekli baltalayan birisi olduğum için ve kafamdaki tabloda karşıdaki kadar benim de en iyi halim olması gerektiğini düşündüğüm için herhangi bir insanla ilişki anlamında yollarımızın kesişip ortak bir şeyler kurmamız çok zorlaşıyor ancak buna dair pek bir şey henüz yapamıyorum.

Çünkü düşüncem şu ki; bu dünyada herkes beklentileri ve tatminleri çok fazla düşürmüş durumda. Kendi aklım yettiğimden beri aslında ben bu düşüncenin şokundayım. Her şeyi doğru yaptıklarını düşündüğüm ebeveynlerimin bile bazı konularda oldukça sınırlı kapasitelerini gördükten sonra bir de insanlara baktım; allahım korkunç. Askerde kafayı yemeye yaklaşmamın bir nedeni de buydu; mükemmeliği bırak her şey rezalete yakın bir seviyede yapılıyordu. Hayatın içinde de her şey bence eksik yapılıyor. Yaşamak dahil buna.

İnsanlar sinemada bir yandan telefona bakıyor, konuşuyor. Evde aile olarak film izlenirken müzik yükseldiğinde o sahnenin tam etkisi verebilmek için ayarlanmış ses kısılıyor. Okul, iş başvuruları yapılırken diğer tabde bir yandan ilişki sorunları masaya yatırılıyor. Kahvaltılar işe giderken sanki prosedürmüş gibi bir şeyler kemirerek geçiriliyor; öğle yemeklerinde iş sohbetleri; akşam yine odak keyif değil. Arkadaş biz bu dünyaya niye geldik? Şu son sayfayı tek seferde yazdım; konuşuyor olsam çenem ağrımıştı.

Bir de olayın iş kalitesi var. Operasyonu olduğum smile teknolojisine dair okurken her şeyin ne kadar çok insan hatasına açık ve bazı kısımların hala otomatize edilmediğini okurken aklımı yitiriyordum. Evet biraz da benim cehaletim ancak ben insanın 2020’de geldiği noktayı kafamda daha ileride bir yerde olarak varsaymışım.

Gece ilerledikçe iq düşüş hızı arttı; bunun farkındayım. Bu her zaman böyle oldu. Kardeşimle sabahları fifa oynasak ben yenerdim; öğleden sonraları ortada geçerdi; akşamları genelde yenilirdim. Yazıda da öyle; o nedenle birkaç şeyden daha bahsedip son kısıma geleceğim.

****


Bu yazıyı yazmamdaki temel amaçlardan biri kendi akvaryumumu son bir kez devirip içindekilere bakmaktı.

Büyük bir monotonluğun içinde; pek de iyiye gitmeden bir zaman kaybı, bir israfım bir süredir.

Teknolojinin bizim bilgilerimizi kullanarak bize dair oluşturduğu müşteri profilinin dışına çıkmakta zorlanıyorum.

Çok sağlıksız bir çağda yaşadığımızı düşünüyorum. Black Mirror bölümleri gibi işler bir terse döndüğüne bizim aslında kuyumuzu kasan algoritmalara bağlı yaşıyoruz.

Bir küsür yıldır sosyal medya tekelleri bana ilgileneceğimi bildikleri için gözle alakalı makaleler, fırsatlar vs pazarlıyor. Oysa ben bu konuda sağlıklı biri değilim; kullanmıyor olsam da okb nedenli verilmiş ilaçlarım var ve sistem korkunç bir iştahla bana sürekli aklımdan uzak tutmak istediğim şeyleri gösteriyor.

Instagramda hep aynı kişileri görüyorum; hep aynı kişiler beni görüyor. Bir yazımı kimse okumazken biri algoritmada bir popüler olmaya görsün herkesin önüne çıkıyor. İçerik ve kalite kimsenin umurunda değil; herkes işin analiğini çözüp niceliğe ulaşma peşinde.

Hep uçlar prim yapıyor. Hiç kimse ama hiç kimse empati yapıp düşünmeye efor harcamaya istekli değil; çünkü sosyal medyanın elmasları orada değil. Sağduyulu cümlelere ilgi yok; çünkü onlara zaten aşinayız. Sadece uç veya trende uygun bir şey yaptığında toplumca onayını güvenceye alıyorsun.

Yeni bir ses ya da düşünce çok nadir karşıma çıkıyor. İzmir’deki bir arkadaşımın tavsiyesiyle başladığım Fularsız Entellik podcasti gibi özgün ve kaliteli işler önüme düşmüyor.

Bakın kalite diyorum; doğru ya da yanlıştan bahsetmiyorum. Amerikan seçimleri geliyor aklıma. Trump’ın konumunda ben olsam dahi çok daha iyi mağdura yatıp; halkı daha iyi galeyana getirebileceğimi aklımdan geçiriyorum. Benim hakkım yendi yendi yerine bizim demeyi nasıl akıl edemedi diye düşünüyorum. Muhalefetin kendi üst perde tavırlarındaki sorunu çözmeye gerek kalmadan, aslında düşük empati ve kalite içeren bir muhalefetle istediğini aldığını düşünüyorum. Türkiyede ise her şey daha da fena; her seçim öncesi bir terör vibe ı yaratıp kendi grubunu konsolide etmen zaten kafi. Zeka ya da gelecek bu ülkede kullanılmıyor; okumuşu okumamışı fark etmez.

Futbolu uyuşturucularımdan biri olarak hala kullanıyor olsam da; gerizekalı kalabalıklara eskisi kadar tahammül edemiyorum. Anlamsız hayatlara siyaset ya da futbol üzerinden ezber hashtaglerle anlam biçme zavallılığındaki kitlelerin; sadece bir araya gelip birbirlerini okşayarak bir şey başarmış gibi ortalıkla burnu havada dolaşmalarına katlanamıyorum. Basketbolda ise hala analiz ve taktik konuşan bir kitle olduğu için kitle hala farklı ancak virüs oraya da bazen sıçrayabiliyor.

Çok çok az insan bir şeyi taraf haline gelmeden konuşmayı becerebiliyor. Bir muhalife o günkü faiz kararının olumlu olduğunu söylesem hükümetin benim de batırdığında zaten ikna olduğum diğer 99 maddesini saymaya başlıyor. Antipatik bir basketbol koçunun hücum setlerinin iyi olduğunu babama söylediğimde adamın karaktersizliğinden ve şovmenliğinden başlıyor. Ya ben o maddeyi mi konuşuyorum? Her şeyin neden siyah beyaz olması isteniyor; hem de hayatta neredeyse hiçbir şey aslında öyle değilken ? İnsanın griyi anlama ya da konuşma yeteneği mi yok? Bu kadar mı basit kabullerden ibaretiz? Öyleyse insan çok yalnız.

****


Ve son kısma beklediğimden erken geldik ey ahali. Aklımdan geçen birkaç şey daha yazıp; bugün sadece yazıyı değil günü de tavuk misali erken kapatacağım gibi duruyor.

Bu tarz yazıları yazmak için gidip otelde kalmak istemiyorum. Yoruldum. Kendi coğrafyamdan yoruldum. Psikiyatrların söylediği ya hep ya hiç algımın çoğu problemimin temel noktası olduğunu biliyorum ancak bu kez gerçekten taviz verdiğimi düşünüyorum. Beklentilerimi aşağı zaten çekiyorum ancak başımdaki gerçeklerin de bir tık iyiye gitmesi gerekiyor.

Yalnız olmaktan yoruldum ancak sorunlarımın temel kısımlarını her şartta yalnızlığımda çözmem gerekecek. Yine de kendimin dışında seveceğim ve ilgimi çeken duraklar olsaydı belki aradaki düşüşlerim daha ölçülü olurdu.

Sosyal ya da özel ilişkilerimdeki o biraz narsist yapıdan biraz da çocukluktan kalma benmerkezciliğe elimden geldiğince ket vuruyorum. Hiçbir insan tamamen değişmiyor ancak içsel olarak sınırlı olsa da geliştim. İnsanlara daha çok değer vermeye; onlarda daha değerli yönler keşfetmeye başta kendim için ihtiyacım var.

Anlam açısından hala büyük, boş bir ovaya bakıyor gibiyim. Anlama yüzümü inancımdan dolayı değil de yararcı bir bakışla döndüğümün farkındalığından ötürü ilişkimiz saf bir hal alamıyor. Anlam odaklı şeyler hala beni kesmiyor; hala çözemediğimi düşündüğüm bir matematik problemine rastlamadığımı düşünüyorum. İçimde nefret ettiğim bir küstahlık var.

Adalet hissini eskisi kadar kovalamıyorum; çünkü bence imkansızlığını kabullendim. Ama hala çok zor. En basiti göz vs konusunda bile kendimi başka insanlar, başta aile daha fazla mutluluk hak ettiklerini düşündüğümden ötürü daha mutlu biriymişim gibi davranmak zorunda hissediyorum. Ama ihalenin birinci etkilenen kısmı olan kendimden taviz vermem gerekiyor. Ve bu bana yanlış geliyor. Eskiden olsa somut olaylardan bağımsız sadece bu ikilem bile beni korkunç zorlardı; şimdi ise herkes idare etmeyi öğrenmek zorunda gibi sert ve pek tartışmaya açık olmayan bir tutumum var.

Pozitif düşünmek için de negatif düşünmek için de sebeplerim var ancak bunlar bir türlü yerli yerinde durmuyorlar; değişken teoriler, durumlar ve teoriler halinde sağa sola zıplıyorlar. Eskisi gibi “neredeyim ben” i belirleyip eylem planı yapamıyor; x bir gelecekteki halimi ve planımı öngöremiyorum.

Hem biraz kendi içinde hüzünlü hem de olumlu olan bir başka şey ise; hayatımda uzun süre sonra ilk kez; şu takıntılar harici kendimi tamamen özgür ve geçmişten kopuk hissediyorum. Eskiden önem verdiğim hikayelerin hepsi bu son dalgada eridi gitti. Yalnızlığımı da daha iyi anladım; özgürlüğümü de. Hayaletlerim hayatın gerçeğinin yanında çok zayıf kaldılar. Aslında her şey. Her şey çok zayıf kaldı. Ve bu köksüzlük aslında şu tren tekrardan çalışmayı bir başarabilse ucu sonu tutulmaz bir özgürlük.

Trenin bir gün tekrar hız kazanacağını ummak zorundayım. O günlere çıkana dek aptal gündem başlıklarını tamamen terk etmek riskli; en azından kendimle daha iyi yaşamanın yolunu bulmadan tam bir terk akılcı olmayacaktır. Ah, nerede o eski çantayı sırtıma vurur yarına kendimi alır giderim cesareti ve tazeliği; şimdi her adım öncesi düşünmem gerekiyor. Insecurity mi kelime; ya da başka bir şey mi; bilmediğim bir kitaptan gelen yeni tip sorular bunlar.

Yine de bir yandan devrimi başlatmak lazım. Ufaktan, en aptal ve işe yaramaz parazit oluşumları ve alışkanlıkları kendinden temizleyerek başlamalı. Hiçbir şeyi değiştirmeden bir şeylerin değişmesini beklemek sadece aptal ve zavallı kalabalıkların avuntusudur; ve ben, ne yazık ki; kendi içimdeki isyanlarda dahi o gruba tahammül edemiyorum.

İnanıyor muyum? Eskisi kadar güçlü başlamayacağım yarına hayır. Ancak beklemekten yorgun, geçmişten kopuk ve yargılardan azad edilmiş haldeyim; üstelik en dip, en çaresiz hallerimden birindeyim. Karalar bağlar gibi değil de farkına varır gibi söylüyorum bunu. Ve insan çaresiz kaldığında değişir, saldırır, değiştirmeye en yakın haline varır. Başkalarından hiç, kendimden biraz, zamandan fazlaca korkuyorum. Ancak yönüm belli, seçimim belli, belirsiz olan yolculuk süresi.

Buraya kadar gelen varsa; siz yine de gelip benimle bir günbatımında buluşup konuşun. Satırlar birbirini etkiliyor; aldatır. Aslolan sadece andır.  

 

Ekinoks

Beyaz bir sayfa açamayan halim gerçekten bugüne kadarki en kötü versiyonum oldu. Çok uzun bir süredir ne kadar domuz ve çekilmez biri olduğumun tarifi zor; kendim için dahi bu durum böyle. Bir de sermişlik ve bir tür vazgeçmişlik var ki başka birinde rastladığımda en sevmediğim haldir. 

Çok ama çok dengesiz her şey. Motive biçimde spora gitmişken başımı hafif eğip baktığımda; ya da az ışıkta hanelerinin dışına çıkmış görüntüleri gördüğümde... ne yöne ne kadar savrulabileceğimi kestiremiyorum. Her an bir tür tedirginlik içindeyim. 

Bu böyle değilmiş gibi sürüncemede yaşamak bir çözüm değil. İçimde bazen öyle bir cam patlaması duyuyorum ki her şey ince bir ipliğe bağlı gibi oluyor. 

Detaysız konuşacak olursam operasyondan yadigar kalanlardan düşük ışıktaki o ışık saçılmaları biraz astigmat biraz da kornea topografisinden ve okuduklarımdan anladığım kadarıyla High Order Aberrations kaynaklı. Tüm gün mevzu olan sıkıntı ise özellikle sağ gözdeki oblik sınırındaki astigmat aksinden kaynaklı. (30 derece ve üzerine oblik astigmat deniyor). Yani gözlerdeki ölçüme göre değişen ve 0.75'e varan astigmat derecesi kadar aksin 30 derece (20-40 arası ölçümler oldu) olması bence benim için durumu daha fark edilebilir yapıyor. 

Bu konuya dair tamamen kabullenici bir tutum izlemek istemiyorum. Lenstir, gözlüktür, belki farklı "düzeltme operasyonları"dır; hepsini ileride bir noktada denemeyi düşünebilirim. Ancak o ilerideki noktaya varmadan kendimi daha güçlü; ve eldeki var olan noktada daha "yaşayabilen" biri olarak görmek istiyorum. Çünkü belki ve olası ki hoşuma gitmeyecek öneriler ya da geçmişe dair tespitler de duyacağım ve ben daha iç dünyasındaki kaosu dindirmiş ve duygusal açıdan özgüvenli biçimde hamleler yapmak istiyorum. 

Bu nedenle de bu 42 günü kapsayan deneme süreciyle çıkageldim. Nedir bu? 

42 gün boyunca; yani yarından başlayıp 21 Mart Pazar gününe kadar duruma dair iç mahkemeleri, çıkarımları, düşünceleri durdurup aktif biçimde daha "yaşayan" bir versiyon olmaya çalışacağım. 

Yaşayan derken çok ekstrem şeyler aklınıza gelmesin. Ciddi bir süredir yok gözüm ağrırsa, yok telefonu hangi açıyla tuttuğumu fark edersem vs vs diyerek film dahi izlemekten kaçıyorum. Akşam olunca sokak lambaları ya da herhangi bir elektroniğin ışığın saçılması düşünceleri tetikler diye onlardan bile uzak duruyorum. Aynaya falan baktığım zaten yok. Ve bu farkındalıktan beslenen ama kötüye gittiğini iyiye iyiye gördüğüm hal beni yaşamdan daha da koparıyor. 

Öyle bir noktaya geldik ki hayata dair herhangi bir şeyi bile sadece tek tük uyku aralarında zifiri karanlıkta düşünebiliyorum. Muhabbetimin beni dinleyenler için tadı tuzu yok; yani atsan atılmaz satsan satılmaz bir vaka. 

Neyse, dediğim gibi bazı şeyleri geleceğe havale edip pro-yaşam yani yaşam taraftarı bir hale kendimi tüm gücümle ittireceğim bu 6 hafta süresince. 

Filmler izleyip farklı konuları takip etmeye çalışacağım. Her gün, belirsiz bir gelecekte daha iyi olacağımın ihtimali üzerine yürüyüşe, spora çıkacağım. Çünkü bir başka gerçek var ki; şu an ben çok zayıf ve donanımsız bir haldeyim. Bunu duygusal ve düşünsel anlamda söylüyorum. Tüm duygum bilgiye ve duruma bağlı; ve bu çok kırılgan; beni kitliyor. 

42 gün yerine aslında 80 günlük bir "yaşam çabası" planlıyorum ancak adım adım gitme kararı aldım. Bu süreyi gerçekten sanki bir maraton koşuyormuşçasına düşüneceğim. Hem de bazı endişe ya da düşüncelerin yerini gerçek veriler alacak ve pozisyonumu daha iyi bileceğim. Bilgi bazen korkutucudur evet; ve ben de zaten bilginin tamamını göğüslemeyi düşünmüyorum; ama tecrübem o ki; veri eksikliğindeki endişe hali de oldukça toksik bir şey. 

****

Geçenlerde iki gece otelin birinde kaldım. Bu tarz bir yazıyı yazmak için; her şeyden biraz izole olmak için oraya gitmiştim. Yalnızlıkta eskisinden daha zayıf olduğumu ve üretmekten ziyade dağıtmaya daha müsait olduğumu orada bir kez daha hissettim. 

Dün öğleden sonra ikinci bir otel denemesini kafamda tartarken ise son zamanlardaki en patlamaya hazır halimdeydim. Yazmayı düşündüğüm şeyler o kadar sert, kesin talepler içeren ve neredeyse intikamcı bir şiddet içeren keskinlikteydi ki; bu çocuk bence insanlardan uzaklaştırılmalı falan diyebilirdi okuyan. 

Bu son paragrafta verdiğim açıkla durumu biraz anlamış olduğunuzu düşünüyorum. Bugüne kadarki "sürünceme" hali bir çözüme götürmiyor. Her şey aslında bir yerde büyüyor; kendi içinde kırılıp duruyor ve istikrar namümkün. Bu gidişat cevap olamaz. 

Bu 42 günü, aynı uzun koşularda yaptığım gibi anı sorgulamak yerine olduğu kadar benimseyerek "olumlu" yönde yaşamaya çalışırsam en kötü ihtimalde bile elimde üç beş artı şey olur. Tek temel risk daha çok odaklanma içeren şeylerde belki daha çok rahatsızlık duymam olur. Ancak onun da sınırını görmem eninde sonunda gerekecek. 

Bu süre içerisinde aklıma gelen tüm olumlu şeyleri yapmaya çalışacağım. İrili ufaklı; normal benin uzak durduğu şeyler dahil. Belki gücüm olursa bir şeyler planlarım. Kendi dünyama katabileceğim ve şu anda sahip olmadığım her türlü yeni gündem ve çeşitli artı bir noktada işime yarayabilir. 

Instagram, Facebook, Twitter, hatta bu blog. Saçma sapan ve samimiyetle ifade edecek olursam bir halt olmayacak kadar yapısı bozuk ülke gündemimizin konuları beni oyalamaya yetiyor; ama hiç iyiye götürmeye yaramıyor. Bir an geliyor ne ülke, ne futbol...bunların hiçbirinin yeteri kadar umrumda olmadığını düşünmeye başlıyorum ve o an işte o camlar tekrar patlıyor. 

Tam olarak bir tür uyuşturu işlevinde bu kanallar benim için. Soruna asıl katkı sağlayacak bir şey sunmuyorlar; sadece sersemletip uyumanı sağlıyorlar. Ama ben her iç çukura düştüğümde daha da derine düştüğümü hissediyorum; apaçık görüyorum bunu ve o nedenle de gidişatı kökten değiştirmek istiyorum. 

Dijital kanallar ve yazmak alanlarından tamamen uzaklaşmak yerine onlardan yeni bir tür oyun kurmak istiyorum. Bunun nasıl olacağı da önümde uzanan 42 günde saklı. 

****

Eskiden olsa... 

Derdim ki; İzmire gidiyorum. Şunu şunu yapacağım. Ve şöyle sonuçlar alacağım. Kafamda zaten tüm taşlar bir şekilde yerine konmuş, planlanmış olurdu; iç sorular cevaplanmış; riskler öngörülmüş.

Şimdi işte tam da bunu yapamıyorum. Eskiden olduğundan çok daha fazla efor vereceğimi; mutlu olabilmek için; anın kırılmasını engelleyebilmek için çok daha derinlikli mücadele edeceğimi biliyorum ama o "kesinliği" artık veremiyorum. 

Evet haftasonu yasağında otoparka indiğimde veya gece ışık gördüğümde ne ile karşılaşacağımı biliyorum belki ama görsel odaklı bir şeye odaklandığımda ne kadar sorun yaşayacağımı (ağrı, konsatrasyon vs); sorundan nasıl kaçınacağımı ve mümkünse bile bunu nasıl karşılayacağımı tam kestiremiyorum; bu bilinmeyen kısım. 

Çok aslında düz bir düşünce var aklımda. Yettiği kadarıyla daha çok hayata asılıp topla tüfekle yaşamaya çalışmak. Çünkü bir yandan da; bu kadar çok korkuyorsan ve ümitsizliğe düşüyorsan sık sık; ne kadar daha kötü olabilir ki her şey? 

Gözle ilgili mevzulara daha güçlü olduğumu düşünmedikçe; mümkünse 42 gün boyunca kafa yormayacağım. Scoresheet tutar gibi bir şeyler okuyup izleyip, hatta göz yaşartıcı bir şey olur ama araştırıp, sporla kilo vereceğim. Bu benim planlayabildiğim kadarıyla alacağım zafer olacak. Nasıl ki, bir koşu yarışında eğer devam ederseniz o varış noktasına varacağını bilirsiniz; bu da öyle. Atabileceğim tüm golleri atmaya çalışacağım ve aslında doğamda olmayan bir istikrarla yapmaya çalışacağım bunu. Maçta gol diye attığım şeylerin ne kadar değer içerdiğini ve sonraki zamanlar için bana güç katıp katamayacağını göreceğiz. 

Önümüzdeki günlerde pek çok şey deneyeceğim. Bütün taşları kurcalayıp kendi oyunumu kuracağım. Oyunuma o aptal mevzu hep bir tür negatif risk getiriyor; onunla beraber idare edeceğiz ama; yok yani var. Zaten o var diye tüm bu yeni oyunu oynuyoruz. 

Neyse not defterimi çıkarıp o yapıcı planları yazmadan önce son derece basit, yapıcı falan olmayan bir şey söyleyip öyle kapatmak istiyorum bu yazıyı. 

Ben var ya... hayal kurduğu ölçüde idealistliğin verdiği bir yüzeysellikle, sadece dünyanın ve bazı kadınların estetiğine bakarak, oldukça basit; sadece doğasını hedonistçe yaşarak mutlu olabilecek birisiydim. Böyle abidik kubidik "hayat müdahaleleri...üstelik hayatıma da değil direkt doğama yapıla müdahaleler" nedeniyle mecburen düşünmek, ve o çok sevdiğim halimin dışına çıkmak değişmek zorunda kalıyorum. 

Empatisi de, kabullenmesi de, yamalı yaşamı, doğası da olmayan tanrının kafasında parçalansın. Öbür dünya falan varsa yetkili kimse kaçsın; tutmayın kocaoğlanı durumu yolda çünkü. 

Sevgiyle,